ABD-VENEZUELA SAVAŞI MI BAŞLIYOR?

29 Eki 2025 - 16:40 YAYINLANMA

Son aylarda, Güney Amerika ve Karayip bölgesinde yaşanan gelişmeler, zaman zaman “askeri çatışma” düzeyine doğru evrilebilecek bir gerilim çizgisinin ortaya çıktığını düşündürmektedir. Bu bağlamda, Trump yönetimi altında ABD’nin bölgedeki askeri varlığını artırdığı, Venezuela’nın da buna karşı koyma refleksleri geliştirdiği görülmektedir. Örneğin, ABD-donanma gemilerinin Karayip denizlerine konuşlandırılması, bölgede “narko-terörle mücadele” adı altında operasyonların yoğunlaşması dikkat çekmektedir. Ayrıca, Venezuela hükûmeti bu hamleleri “yeni bir Monroe Doktrini uygulaması” ve doğrudan rejim değişikliğini hedef alan bir strateji olarak yorumlamaktadır. Bu bağlamda “savaş” sözcüğü teknik anlamda henüz açık bir şekilde kullanılmasa da, askeri, diplomatik ve hukuki cephede bir kırılma olduğu açıktır.

Trump yönetiminin politikaları bağlamında baktığımızda, öncelikle ideolojik ve stratejik unsurlar öne çıkmaktadır. “America First” stratejisi çerçevesinde ABD, Latin Amerika ve Karayipler bölgesini yeniden öncelikli alan olarak ele almakta; bu bağlamda Venezuela’yı narkotik suç organizasyonları ve “rejim düşürme” hedefiyle bağlantılandırmaktadır. Trump yönetimi, Venezuela’yı yalnızca siyasi rakip olarak değil, aynı zamanda ABD’nin iç güvenliğine tehdit oluşturduğu iddiasıyla nitelendirmektedir. Örneğin, Washington yönetimi Venezuela’yı uluslararası suç ağlarıyla bağlantılı olarak tanımlamakta; bölgedeki sinyal gücünü artırmakta ve gerekirse askeri güç kullanmaya hazır olduğunu hissettirmektedir. Bu durumda, politik tonda bir dönüşüm yaşanmaktadır: Güney Amerika’da geleneksel diplomasi-yaptırım yaklaşımı yerine askeri hazırlık ve doğrudan müdahale olasılığı gündemde. Bu da bölge dinamiklerini yeniden şekillendirmektedir.

Bölge açısından bakıldığında, Venezuela’nın yalnız olmadığı; dış nüfuzlar, ittifaklar ve jeopolitik rekabetin devreye girdiği bir sahneyle karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Venezuela uzun süredir Rusya ve Çin gibi güçlerle yakın ilişkiler kurmuş durumda; bu bağlamda ABD’nin hamleleri, yalnızca Caracas’a yönelmiş tek başına bir operasyon değil; daha geniş bir rekabetin parçası olarak okunabilir. Öte yandan, Karayip adaları ve kıta komşuları da bu konunun içindedir. Örneğin Trinidad and Tobago, bir ABD savaş gemisinin limana demirlemesiyle birlikte Venezuela tarafından “yakınlık” nedeniyle eleştirildi ve bu askeri manevra nedeniyle enerji anlaşmalarını iptal etme kararı aldı. Bu durum, yalnızca iki ülke arasındaki gerilimi değil; bölgedeki küçük devletlerin de baskı altında olduğunu, seçim yapmak zorunda bırakıldığını göstermektedir. Ayrıca ABD’ye komşu bölgedeki coğrafi avantajları bir kez daha gündeme geliyor. Örneğin Puerto Rico’nun üs olarak yeniden değerlendirildiği, Karayip unsurlarının ABD için lojistik açıdan kritik olduğu analiz edilmiş durumdadır.

Uluslararası hukuk ve meşruiyet açısından ise durumu dikkatle okumak gerekir. Uluslararası gözlemciler, ABD’nin Venezuela kıyılarında ya da komşu sularında gerçekleştirdiği askeri ve yarı askerî operasyonların hukuki dayanağı konusunda ciddi şüpheler öne sürmektedir. Örneğin, Venezuela’nın saldırıya geçmemiş bir devlet olması, ABD’nin askeri müdahalesinin “meşru müdafaa” temeline oturtulmasının önünde engel olarak görülmektedir. Dolayısıyla, Trump yönetiminin “narko-terörle mücadele” söylemi ile askeri devreye girme eğilimi, bölgedeki hukuki normlar açısından kırılgan bir tablo ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda, askeri açıdan gerçeklik ne gösteriyor? Analizler, şu anda ABD’nin Karayip ve kuzey Güney Amerika sularında ciddi bir deniz-hava varlığı konuşlandırdığını kaydetmektedir. Bu savaş gemileri, denizaltılar, hava gözetleme uçakları ve amfibi birliklerin bölgeye konuşlandırılması şeklinde olmaktadır. Ancak tam ölçekli bir kara harekâtının lojistik altyapı ve bölgesel izinler açısından hâlâ sınırları olduğu vurgulanıyor. Yani hâlihazırda bir “tam ölçekli işgal” hazırlığı açıkça görülmemekle birlikte, “sınır ötesi operasyonlar”, “hızlı müdahale birimleri”, “kıyı operasyonları” gibi araçlar önplana çıkmış durumda. Bu durumda “savaş” sözcüğü belki şimdilik abartılı görünebilir; ama “savaş eksenli güç kullanımı riski” açık bir şekilde mevcuttur.

Politik etki ve bölgesel sonuçlara dönecek olursak: Birincisi, Venezuela içinde rejim üzerindeki baskının artacağına dair işaretler mevcut. Trump yönetiminin tepki ve yaptırım yaklaşımının ötesine geçerek doğrudan askeri baskı seçeneklerini gündeme taşıması, Caracas’taki iktidar çevrelerinde alarm yaratmıştır. Bu durum, Maduro hükûmetinin askeri seferberlik çağrılarına, milis güçlerini artırma yönündeki hamlelerine yol açmıştır. Buradan bakıldığında, ülke içinde çatışma ortamı veya iç askeri gerilimlerin derinleşmesi olasılığı yükselmiştir. İkincisi, bölgedeki küçük devletlerin ve ada uluslarının ABD-Venezuela ikiliği arasında sıkışabileceği bir denklem ortaya çıkmaktadır: Onlar ya stratejik tercihler yapmak zorunda kalacak ya da jeopolitik olarak risk üstlenecek durumda. Bu, bölgesel diplomasi dinamiklerini daha kırılgan kılmaktadır. Üçüncüsü, ABD’nin Latin Amerika politikası açısından bir dönüm noktası olabileceği değerlendiriliyor. Bir zamanlar Atlantik ötesi çatışmalara yoğunlaşan ABD, şimdi kendi arka bahçesini yeniden pekiştirme eğilimi gösteriyor. Bu değişim, bölge aktörlerini hem dış politika hem güvenlik ekseninde yeni ayarlamalar yapmaya zorluyor.

Elbette bu noktada, neden tam bir savaş hâlinde değiliz sorusu da önem taşıyor. Analizler şu nedenlere işaret ediyor. Birincisi, lojistik altyapı eksikliği ve geniş ölçekli kara harekâtına uygun üslerin sınırlılığı var. İkincisi ABD kamuoyunun ve Kongresi’nin açık bir şekilde uzun süreli bir Latin Amerika müdahalesine sıcak bakmaması durumu söz konusudur. Bunun yanında uluslararası ve bölgesel normların devreye girmesiyle askerî müdahalenin mali ve siyasi risklerinin yüksek oluşu var. Venezuela’nın doğrudan ABD’ye saldırmamış olması nedeniyle klasik meşru müdafaa argümanının zayıf olması da etkendir. Bu durumlar, şu anda tam savaş başlamış değerlendirmesini tedbirli kılıyor. Ancak “başlamayabilir” anlamına gelmiyor: Teknik olarak, şu an bir “savaş hali” olmasa da “savaş potansiyeli yüksek bir kriz” ortamı yaşanmaktadır. Zira yönelimler şöyle: ABD operasyonlarını giderek yoğunlaştırıyor, Venezuela direnç hamleleri yapıyor, bölge ülkeleri pozisyon alıyor, uluslararası hukuk devrede. Bu üçlü sarmal, esas olarak kriz ya da beklenenden daha hızlı bir askeri çarpışmayı işaret ediyor.

ABD-Venezuela hattındaki mevcut gerilim, bölge dışı aktörlerin çoğu için yeni bir güç rekabeti alanı doğurmuştur. Trump yönetiminin Venezuela’ya yönelik sertleşen stratejisi, Washington’un “Amerika’nın arka bahçesi” olarak nitelendirdiği coğrafyada yeniden hâkimiyet kurma çabasının açık bir yansımasıdır. Bu hamle, yalnızca Latin Amerika’daki rejimleri değil, enerji güvenliği ve küresel hammadde zincirleri üzerinden Avrupa, Asya ve Orta Doğu ülkelerini de dolaylı biçimde etkilemektedir. Venezuela dünyanın en büyük kanıtlanmış petrol rezervine sahip ülkesidir; bu nedenle herhangi bir ABD müdahalesi, enerji piyasasında arz şoklarına ve fiyat dalgalanmalarına neden olabilecektir. Bu durum, özellikle enerji ithalatçısı ülkeler için ciddi bir risk faktörü oluşturur. Türkiye gibi dışa bağımlı enerji ekonomileri açısından, böyle bir kriz süreci hem kısa vadeli fiyat artışları hem de tedarik kanallarında istikrarsızlık anlamına gelir.

Bu açıdan, Türkiye’nin enerji stratejisi doğrudan etkilenebilir. Venezuela ham petrolü, ağır karakteri nedeniyle küresel rafineri sisteminde özel bir paya sahiptir. ABD’nin bu petrolü devre dışı bırakması, petrolün yönünü Asya’ya veya Rusya-Çin hattına kaydıracaktır. Bu kayma, enerji piyasasında bölgesel kutuplaşmaları artırırken Türkiye’nin enerji tedarikinde çeşitlilik arayışlarını güçlendirebilir. Ankara’nın son dönemde Latin Amerika ile diplomatik ve ticari ilişkilerini artırma politikası, böyle bir tabloda stratejik önem kazanır. Türkiye, ABD’nin Venezuela üzerindeki baskısını “tek kutuplu enerji sistemine dönüş riski” olarak görebilir; dolayısıyla çok taraflı diplomasi üzerinden “dengeleyici arabulucu” rolünü benimseme eğilimi gösterebilir. 

Ekonomik açıdan ise, ABD-Venezuela krizinin küresel ticaret rotalarına etkisi önemlidir. Karayipler, Atlantik ticaret yollarının merkezinde yer alır; ABD’nin bu bölgedeki askeri yığınağı, deniz taşımacılığı sigorta maliyetlerini artırmakta, Panama Kanalı’ndan geçen petrol ve konteyner trafiğinde belirsizlik yaratmaktadır. Bu tür riskler, Türkiye’nin Doğu-Batı ticaret koridoru (Orta Koridor) stratejisini dolaylı olarak güçlendirir. Çünkü Atlantik hattında yaşanacak tıkanma, Avrasya kara hatlarına alternatif bir rota olarak önem kazandıracaktır. Dolayısıyla, Türkiye’nin jeoekonomik değeri bu süreçte artabilir.

Bölge dışı aktörler arasında Rusya ve Çin’in konumu da kritik önemdedir. Venezuela yıllardır bu iki ülkenin kredi, silah ve teknoloji desteğine dayanarak ekonomik ve askerî kapasitesini korumaya çalışmaktadır. ABD’nin askeri baskısı arttıkça, Moskova ve Pekin’in Caracas üzerindeki etkisi daha da artacaktır. Bu durum, Washington’un “arka bahçesi”nde yeni bir proxy-savaş riskini gündeme getirir. Çin, enerji yatırımlarını güvence altına almak için deniz gücünü Karayip’te sembolik düzeyde bile gösterebilir; Rusya ise Venezuela’ya yeni hava savunma sistemleri sağlayarak ABD’ye karşı caydırıcılık mesajı verebilir. Bu tablo, Soğuk Savaş sonrası ilk kez Latin Amerika’da yeniden küresel bloklaşma sinyalleri yaratmaktadır. Türkiye gibi NATO üyesi ama Rusya ve Çin ile de diplomatik temaslarını sürdüren ülkeler açısından bu durum karmaşık bir denge gerektirir. Ankara’nın “bağımsız dış politika” çizgisi, bu kriz ortamında hem risk hem fırsat taşıyabilir.

Son olarak, analitik olarak üç senaryo öne çıkmaktadır: Birincisi, ABD’nin mevcut operasyonlarını “sınır ötesi dar müdahale” düzeyinde tutması ve diplomasi-yaptırım kombinasyonuyla gerilimi yönetmesi; İkincisi, bir ara geçiş senaryosunda ABD’nin belirli hedeflere (örneğin Maduro liderliğindeki hükûmetin belirli unsurlarına) yönelik nokta operasyonları düzenlemesi ki bu durum “rejim değişikliği ışığı altında askeri baskı” anlamına gelir. Üçüncüsü, en uç senaryo olarak ABD’nin kara harekâtı ile Venezuela içerisinde doğrudan askeri adım atması ki bu lojistik, siyasi ve hukuki bakımdan en riskli olanıdır. Mevcut veriler bize şu an için ikinci senaryonun potansiyel olarak daha olası olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak, ABD-Venezuela gerilimi yalnızca iki ülke arasındaki bir çatışma olasılığı değildir; küresel enerji güvenliği, uluslararası hukuk, bölgesel diplomasi ve jeoekonomik hatların yeniden biçimlenmesini tetikleyen çok katmanlı bir süreçtir. “ABD-Venezuela Savaşı mı Başlıyor?” sorusunun yanıtı olarak şu ifade daha uygun görünüyor; Evet, bir savaşın kıyısındayız, ancak “tam ölçekli savaş” henüz başlamış değil. Trump dönemi politikaları, bölgedeki dinamikleri önemli ölçüde değiştiriyor. Bu değişim hem askeri hem diplomatik hem de hukuki düzeyde yeni bir döneme işaret ediyor. Bu süreç Türkiye veya bölge dışı aktörler için de önemli sonuçlar doğurabilir.

 

 

 

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: