GELİN HEY DERTLİLER GELİN!

01 Ara 2025 - 13:51 YAYINLANMA

Anadolu coğrafyası çağlar boyunca özgün değerler yetiştirmiştir. 13. yüzyıl Anadolu’sunda -olumsuz etkilerin art arda yaşandığı bir dönemde- Yûnus Emre, Anadolu topraklarına nasıl bir katkı sağlamıştır? 

Efendim hayırlar feth olsun. Hepinizi muhabbetle selamlarım. Şimdi bir hususu düzelterek söze başlayalım. Tarihimizde 13. asır daima olumsuzluklarla anılmaktadır. İşin aslına bakarsanız bütün zaman ve mekânlar Cenâb-ı Hakk’ın celâl ve cemâline sahne olagelmiştir. Mevcûdât, onun celâl ve cemâlini iç içe koyduğu vitrinidir. Biz içinde yaşadığımız hali idrâk edemediğimiz için Yûnus asrını olumsuzluklarla değerlendiriyoruz. İşin aslı öyle değil. Bugüne bakalım, bir taraftan savaşlar, yangınlar, depremler, seller, açlık ve kıtlık, diğer taraftan bolluk, bereket yahut israf da devam edip durmuyor mu? Bir lokma ekmeğini bölüşenler, mürüvvetsiz beylerin adaletsizleri iki zıt tecellî olarak dün de vardı bugün de var. Hayat artısı ve eksisiyle devam edip durmaktadır. Dolayısıyla bu varlık ilâhî bir siyaset sahnesidir ki burada cemâl ve celâl daima çatışacak ve fakat cemâl daima galip gelecektir. Hak âriflerine düşen, bu çatışmanın üzerine yani yangına körükle gitmek değil, atan el ile tutan elin bir el olduğunu bilmek ve “ârif O’nu seyreler” hükmünce Hakk’ın güzel işlerini seyretmek, O’nun güzel işlerine vesile olmaktır. Nitekim 17. asır âriflerinden Niyâzî-i Mısrî Efendi:

Hep celâlin perdesidir küfr ü isyândan murâd

Bahr-ı cûdun katresidir fazl u rahmetden garaz

der. Biz “Küfür ve isyana sebep olan tecellinin ilâhî celâl olduğunu, bundan cemâl çıkarmamız gerektiğini bilmek durumundayız. Hâsılı, celâl, cemâlin görülmesine perde olur durur. Ârifler o örtüyü kaldırıp içindeki cemâli görürler. Ne zaman? Tabii ki her zaman. Yûnus döneminde de bu böyledir. Bir önceki asır yahut sonraki asırlarda toz duman yok mu? Ne kadar çok. Ama o tozun dumanın arasından yüz gösteren eserlere bakınız. Diyarbekir’den Konya’ya; Erzurum’dan Sivas’a yapılan şu vakıf eserlere bakınız. Onların pek çoğunun Selçuklu ve Beylikler dönemine ait eserler olduğunu görürüz. Demek ki hayat ve mücadele de bir yandan devam etmiş ve etmektedir. Buradan nereye geleceğim? Yûnus ve Mevlânâ gibi zevâtın bu yangın içinden çıktıklarının, tozun dumanın içinde yetiştikleri düşüncesinin yanlışlığına geleceğim. Cenâb-ı Hak celâlin içinden cemâl ve kemâl zuhûr ettirir. Nitekim hep öyle de olmuştur. Anadolu ve Rumeli erenleri sabrın meyveleridir. Ama onların yetişmelerini coğrafyadaki çileye bağlamak çok da doğru değildir. Kaldı ki çile bütün dönemlerde vardır ve insanın olgunlaşmasının yegane sermayesidir.

Buradan sorunuzun ikinci bölümüne gelelim “Yûnus Emre, Anadolu topraklarına nasıl bir katkı sağlamıştır?” demiştiniz. İşte Yûnus araştırmalarında bizi en çok ilgilendiren husus bu soruda gizlidir. 

Yûnus pek tabii olarak Kur’ân ve Resûlullah izinde yürüyen hâlis ve saf bir Müslüman, tasavvuf yoluyla hakikati gerçekleştirmiş bir muvahhittir. Peki bunları gerçekleştiren başka bir zat yok mudur o dönemde? Vardır tabii. Fakat onun farkı İslâmı ve İslâm irfânını ilk defa ana diliyle, Türkçeyle anlatan kişi olmasındadır. O, İslâmın derinliğini, irfanî ve ledünnî sırrını ilk kez Oğuz Türkçesiyle anlatan bir ârif-i billah olmakla öncekilerden farklı konuştuğu gibi, sonraki gelenlerin de masdarı oldu. Sonuçta Yûnus Batı Türkçesini edebî bir dil haline getiren bir Türk, sevgiyi ve bilgiyi hayatının gâyesi haline getirmiş bir aşk ve gönül adamıdır. Daha özlü bir ifadeyle söyleyelim: İslâm’ın derinliği, Türkçenin inceliğidir Yûnus. Onun sözleri bu büyük coğrafyanın fethinde anahtar kelimelerden ibarettir.

Anadolu, gözünden Hakk’ın baktığı, dudağından Hakk’ın konuştuğu bu kâmillerle fethedilmiştir. Şu bir hakikattir ki fetih gönülde başlar. Yûnus’un kelamı, ağulu aşı yağ ile bal etmiş ve büyük bir coğrafyada insanları tevhit sancağı altında ve Muhammed (as.) sevgisinde toplamıştır.

Yûnus bir dizesinde, “Yûnus’a Tapduk’dan oldu hem Barak’dan Saltuk’a / Bu nasip çün cûş kıldı ben nice pinhân olam” diyerek Barak Baba ve Sarı Saltuk ile aynı meşrebe sahip olduğunu ifade eder. Tapduk Emre ve Tapdukîler topluluğu hakkında neler söylemek istersiniz? 

Yûnus’un Tapduk, Barak Baba ve Sarı Saltuk Hazretleri’nden bahsettiği bu beyit yazdığım Külliyat’ta enine boyuna değerlendirilmiştir. Merak eden oradan okuyabilir. Kısaca söylemek gerekirse bu beyit Yûnus’un silsilesini ve meşrebini göstermiyor. Bu yanılgı ne yazık ki devam ediyor. Saltuk Rifaiyye’den yetişmiş bir zattır. Barak Baba ise melâmet ehli bir velîdir. Bunlar Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin vuslat ettiği tarihte Tapduk Sultan’ın ziyaretine gelmiştir ve Yûnus dergahta, Tapduk Emre’nin emriyle bu iki büyük velinin hizmetinde bulunarak onların teveccühlerine mazhar olmuştur. Beyitteki nasiplenme olayı budur. Bu zatların tarikatlerinden yani bu silsileden nasiplenmiş değillerdir. Hatta Sarı Saltuk ile Barak Baba bile aynı silsileden değillerdir. Tapduk Emre sanırım Sarı Saltuk’tan yaş itibariyle büyüktü ve silsilesi de muhtemelen Azerbaycan’a yani Horasan’a dayanıyordu. Sarı Saltuk’un silsilesinin tafsilatı Saltuknâme ve Serrâc’ın et-Tuffah adlı eserinde yazılıdır. Çok net söyleyeyim, bu beyit Yûnus’un silsilesiyle ilgili değildir. 

Tapduklulara gelince, bu o döneme ait çok yaygın bir tâbir değildir. Tarikat geleneğinde devran kiminse, o dönem o kâmilin adıyla anılır. Bize Bayramîler derler, Bize Vehhablılar derler, Bize Bektaşîler derler gibi redifler vardır. Bunun gibi o dönemde Tapduk Baba’ya bağlılar da kendilerine, aralarında Tapduklular, Tapdukîler demişlerdir. Bu tâbir sonradan bir zümre olarak ortaya çıkan yani cemaatleşen bir grubun adı değildir. Tapduk’a mensup olanların o dönemdeki topluluğunu ifade eder. Tapduk Baba’dan sonra tarihe mâlolmuş ve kaybolup gitmiştir. Buradan şu neticeyi çıkarmak mümkündür: Her kâmil, yaşadığı asrın manevî sahibi veya otoritesi gibi düşünülüp o devir o zatın adıyla anılmaktadır. Bu bir tarikat geleneğidir. Elmalılı Vâhib Ümmî mensubu Halvetiler de bir zaman kendilerine “Abdülvehhâblılar” demişlerdir. Bu da aynı şekilde devran, yaşayan kâmilin adı, lakabı veya tarikatiyle döner mantığıyla söylenmiştir. Bu tâbirlerin tarihî bir hatırası vardır, başkaca bir mânâ aramamak gerekir.

Yûnus Emre’nin yaşadığı yıllarda yazılan Menâkıbü'l-Ârifîn ve Menâkıbü'l-Kudsiyye gibii eserlerde isminin dahi zikredilmediği görülür. Yûnus Emre yaşadığı yıllarda ne kadar tanınıyordu? 

Menâkıbü’l-Ârifin Hz. Mevlânâ’dan çok sonra, 1353 senesinde Konya’da yazılıp tamamlandı. Yûnus’un vefat ettiği dönemde Eflakî daha çocuktu. Yûnus, Mevlânâ vefat ettiğinde de 33 yaşında idi. Onun huzurunda bulunduğunda çok daha genç idi; “Urum ve Şam seyahatleri sırasında Konya’ya da uğradı.” Zira Mevlânâ meclisindeki sâz ile işretten yani zikir meclisinden bahsetmektedir. Yeri gelmişken söyleyeyim, Yûnus’un Mevlâna’dan bahsettiği üç beytinden hareketle Mevlevî olduğunu iddia etmek de doğru değildir. 

Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menâkıbü’l-Kudsiyye aslında Yûnus’un yetiştiği bir çevreyi değil, Elvan Çelebi’nin kendi çevresini yani Baba İlyas Horasanî’den ve Muhlis Paşa’dan getirdiği kültür çevresini anlatır. Babası Âşık Paşa da Garipnâme’de Yûnus’tan bahsetmez. Fakat bütün bu hususlar, döneminde Yûnus’un çok tanınmış bir kişi olmadığını göstermez. Bu iki eserde Yûnus’tan bahsedilmeyebilir. Zira her iki eser bir zümrenin eseridir. Bu eserlerden hemen sonra Bektaşiyye’den Kaygusuz Abdal’ın divânında olsun, Halvetiyye’den Elmalılı Vâhib Ümmî’nin divânında olsun Yûnus’tan bahsedilir. Bunları bendeniz Külliyat’ın birinci cildinde uzun uzun yazdım. Hâsılı, erken dönemde olmakla birlikte özellikle Dede Garkın ve Baba İlyâs hakkında kaleme alınan Menâkıbu’l Kudsiyye’de Yûnus’dan bahsedilmemesi gayet normaldir. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki gerek babası Âşık Paşa’nın gerekse oğlu Elvan Çelebi’nin ele geçen şiirlerindeki üslûp tamamen Yûnus üslûbudur. Artık Yûnus’tan sonra Anadolu’da üslûb-ı Yûnus, tarz-ı Yûnus hakim olmuştur. Meseleye bir de bu açıdan bakmak gerekir. Bir kişinin tarz-ı Yûnus üzere nutk etmesi mutlaka Yûnus’tan bahsetmesini gerektirmez. İlâhî geleneği Yûnus’la başlamıştır. 

Malûmunuz, Yûnus Orta Anadolu’da yetişmiş bir kişiydi Tasavvuf yollarında terbiye usûllerinden birisi de seyahattir. Manevî kabzın çözülmesi için yapılan seyahat insanın içini hem boşaltır, hem de doldurur. Kendine has usûlleri vardır ve sâliki devamlı zinde ve uyanık tutar. “Eyvallah” ve “Hak dosta bak!” diyerek büyük bir coğrafyayı dolaşan ehl-i zikir, gezdiği beldeler için Hızır mesabesindedir. O, bir yandan çokluğu bire indirirken diğer yandan çoğunluğa birliği öğretir. Bu seyahate “şey’en lillâha göndermek!” de denildiği olur. Özel bir durumdur. Seyahat emri, umumiyetle halvette açılmayan dervişlere uygulanır. Nitekim Yûnus da onlardan biridir. Yolculuk sırasında açılmıştır. Menâkıbını anlayamayan ve dünyevî şartlarda değerlendiren sözde bazı araştırmacılar(!) İslâm tasavvuf erlerinin uygulamalarına doğal olarak anlam verememektedirler. Yûnus Divânı bu anlamda satır aralarında neler söyler neler. Bunlar ehline malûmdur. 

Şimdi Yûnus Emre yaşadığı çağda tanınıyor muydu?

Tabii ki -bugünün âmiyâne tâbiriyle söyleyelim- çok da medyatik değildi Yûnus. Ama ehline malûm idi. Gezdiği büyük coğrafyaya “Baba Tapduk mânâsı”nı yani Muhammedî aşk ve irfan tohumunu serpe serpe gitti. Bu büyük coğrafyanın Hızır’ı oldu, çölleri ve dağları yeşertti. Gönüllere kıvılcım bıraktı. Nutk-ı şerifleri elden ele dilden dile yayıldı. Onun dili yolda çözüldü, o ilâhîlerini oturup da yazmadı. Zikir ve sohbet meclislerinde birdenbire söyledi ve bu ledünnî kelâm gönüllere Bir’den Bir’e intikâl etti. Yûnus’un ilâhîleri cehrî zikir meclislerinde zuhûr etmiştir. Bu sebeptendir ki Elvan Çelebi veya Eflakî Dede anmadı diye Yûnus bu coğrafyada tanınmıyor diyemeyiz. Bakınız 15. asrın ortalarında göçen Kaygusuz Abdal bir yerde ne diyor:

Âdemde bulam şâhımı eğri koyam külâhımı 

Ben kendi sözüm söyleyem şi‘r-i Yûnus’u terk edem

Bu beyitte ne kadar ince bir nükte ve tesbit vardır. Kelam ve kalem ehli o kadar Yûnus tesirinde kalmıştır ki, bunlardan biri olan Kaygusuz, “Ben artık kendi sözümü söyleyeyim, Yûnus’un şiirini, yani üslûbunu alıp satmayayım!” demektedir. Bu ifadeler Yûnus’a bir başkaldırı değil bilakis kurucu bir öndere saygı ve muhabbettir. 

Ama kendi sözünü söylemiş midir Kaygusuz ve sonrakiler, diye sorarsanız, hayır, söylememiştir. Meclislerde yine de Yûnus’un üslûbuyla konuşmuşlardır. 

Hâsıl-ı kelâm, Yûnus yaşadığı dönemden itibaren tanınıyordu. Zira Cenâb-ı Hak Türkçe’yi onunla bir ledün dili haline getirmiştir. O Türkçe’yi arşa kanatlandırmış, anadilimizi vahiyle tanıştırmıştır.

Yûnus kendisini “miskîn” olarak tasvir eder. Zaman içinde bu kelimenin anlamında değişiklikler mi oldu? Yûnus ve miskinlik kavramı nasıl bağdaşır? 

Yûnus bu sıfatı mahlasıyla birlikte pek çok beyitte zikreder. Kelime Arapça “sükûnet” kelimesinden gelir, “hareketsiz duran, düşkün olan, fakîr” demek olur. Bununla beraber zamanla tembel anlamına gelecek şekilde de kullanılmıştır. Ehlullah bu kelimeyi sözlük mânâsıyla değil, vahdet noktasından bakarak “Hakk’ın varlığı karşısında kendini yok sayan, nefsine benlik izâfe etmeyen.” anlamında kullanmıştır. Yûnus bir yerde “Miskin olugör bari benlikten ırak yürü” der. Tam bu mısrada söylediği anlamdadır “miskîn!” 

Benliksiz yürümek… 

Malûmdur ki kelimelere zamanla birden çok anlam yüklenegelmiştir. Bu kelime de onlardan biridir. Sükûnet yani sâkin olmak kökünden hareketle miskîn, Hakk’ın varlığı karşısında yoklukta karar kılmış kişi demektir. Yûnus demin söylediğim gibi bu kavramı fenâfillah makamındaki kişinin sıfatı sadedinde zikreder. Mesela “Kimde miskînlik var ise Hak dîdârın ol göriser” , “Bu kamu günâhların yuyan miskînlik imiş” veya “Miskînlikden özge bize mâl u mülk ü şâr gerekmez” gibi mısraları bu mânâyı teyit eder. 

Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus’u, tasavvufun soyutlayıcı felsefesinden çıkıp insanı ve tabiatı soyutluktan kurtaran bir sistem olarak görür. Siz bu değerlendirmeyi nasıl yorumlarsınız? 

Cenâb-ı Hakk’ın hakikati ne ise, Hakk’a vâsıl olan kişi de odur. Allah’ın bir ismi Zâhir bir ismi Bâtın’dır. Yûnus da insanı yahut varlığı zâhir ve bâtında nasıl görülmesi gerekirse öyle görür, öyle mânâ verir. Kelimelere bakıp da yanlış yanlış mânâ vermeye gerek yoktur. Yûnus mesela “dağ” deyince zâhirde dağ, bâtında benlik anlaşılır. Erik dalına çıkar üzüm yer, o zaman da erikle üzümü bahçede bulamazsın. Zira bu iki kelime soyut olarak ele alınmıştır. Bu sebeple ehlullahın sözleri yorumlanırken genelleme yapmaktan, o sözleri bir görüşe hapsetmekten kaçınmalıdır. Âlemler nasıl ki şehadet, misâl ve gayb diye iç içe gidiyorsa, kelimelerin mânâsı da şehadetten misâle ve gaybî hakikate doğru gider. Gölpınarlı veya falanca şunu demiş bunu demiş ehlini ilgilendirmez. Ehli kelimelere, eşyaya baktığı gibi içerden bakarak bilir. Hepsi bu! 

Yûnus Emre, şiirlerinde bir taraftan millî veznimiz heceyle yazarken diğer taraftan aruza da geçiş yapmıştır. Ama bütün bunları hep Batı Türkçesi ile yani Oğuz Türkçesi ile yapmıştır. Yûnus’un dilimize katkısı hakkında neler söylersiniz? 

Bendeniz bu sorunun cevabını eserlerimde geniş olarak verdim. Hece veya aruzla şiir söyleyip yazmak, medrese eğitimiyle falan ilgili değildir. Bütün san‘at dalları gibi şiir de doğuştan getirilen bir kabiliyet üzerine meşk ederek geliştirilen bir şeydir. Fakat Yûnus’ta bütün bu kabiliyet ve meşk üzerinde vecd ile meydana gelen, erenlerin “tulu‘ât, sünuhât” gibi kelimelerle anlattığı “vehbî” bir kabiliyet de vardır. Tapduk Sultan hani “Söyle Yûnus!” diyordu ya, o artık kendini durduramaz ve söyler. Bu bir cezbe ve vecd eseridir. 

Şimdi bir derviş vecd ile ne söyler?

Doğal olarak nerede geziyorsa onu söyler. İşte bu noktada onun gezdiği, gördüğü yerleri iyi bilmek gerekir. Malûmunuz Kur’ân’da nefis makamları, emmâreden levvâmeden, mülheme ve mutmainneden kâmileye kadar zikredilir. Derviş sülûkunda bu makamların alâmetlerini gören, yaşayan ve bu âlemlerden haberdar olan kişidir. Tabiatıyla anadili neyse o hakikatleri o dil ile anlatacaktır kişi. İşte o alâmetleri, bir vecd eseriyle dile getiren kişidir Yûnus. Kendi makamı yükselip miraç ettikçe kelimeleri de miraç ettiren ve İlahî hakikatleri anadiliyle anlatan kişidir Yûnus. Nitekim kendinden önceki Farsça, Arapça, İbranice, Hintçe, Tibetçe, Çince yahut falan dilde konuşan hakikat adamları ne yaptıysa Yûnus da onu yapmıştır. Zaten onun şiirlerine ilahî denmesinin sebebi de bu değil midir? İlâhî, yani Allah’a ait söz. Hem Yûnus’tan çıkacak, hem de bu sözler ilahî olacak, doğru mu? Tabii ki doğru. Zira Yûnus’un o ilahîleri dediği noktada nefsinden, benliğinden eser yok idi. Nefs safiyyeye varmış ve benlik aradan kalkmıştı. Bunlarla ilgili sözleri vardır.

Yûnus’un. Şu mısra buna örnektir:

Yûnus'un sözleri Hak cümle didüği saddak

Şimdi gelelim sorunuzun cevabına:

Yûnus’un Türkçe’ye katkısı nedir?

Efendim kendisi mirâç eden kişi dilini de mirâç ettiren kişi değil midir? Öyleyse Yûnus ve onun gibi aşk ve irfan terbiyesinden geçen kişiler her kelimeye en az yedi anlam boyutu kazandırdı. Kim hangi makamda geziyorsa kelimeyi o anlamda aldı. Şehadet âleminde gezen o kelimeye düz bir mânâ verdi, makâm-ı mülhemede gezen misâl aleminden bir anlam yükledi, varlığın lahutî anlamında gezen de içten içe başka mânâlar verdi. Şimdi Yûnus Türkçeye ne kazandırdı, anlaşılmıştır artık. Onun dîvanı, yedi katmanlı bir höyük gibidir. Kazdıkça içinden başka bir anlam katmanı çıkar. O, anadilimizi arşa kanatlandırdı. Kelimeler onunla yepyeni mânâlar kazandı. Meseleye sadece gramerciler gibi bakıp sözlükte mânâ aramak Yûnus’u anlamamak demektir.

“Hiç bilmezem kezek kimün / Aramızda gezer ölüm / Halkı bostân edinmişdir /

 Dilediğin üzer ölüm” dizelerinde olduğu gibi birçok şiirinde Yûnus Emre ölümden sıkça söz etmiştir. Bu bağlamda Yûnus'a göre ölüm nedir, şiirlerinde ölüm nasıl tasavvur edilmiştir?

Bu beytin yazmalarda bir başka varyantı daha vardır. O da şöyledir:

Hîç bilmezem kezek kimün aramızda gezer ölüm

Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm

Her iki varyantı da Yûnusça benzetmelerle örülmüş bir beyit. Bu beyitte “gezek” çok gezen, gezintiye çıkan, daha doğrusu devamlı sıra gezmelerine katılan kişi anlamındadır. Kelimeye bugün Anadolu’da “gezek” veya “gezenti” derler. Anam rahmetli “ortalıkta dolaşıp duran için “gezenti” derdi. Bir de “gezek yatağı” tâbiri vardır. Gezintiye çıkılan yer, sulak, çimenlik veya ziyaretgâh olan yer demektir. Neyse, kelime sıra gezmesini kaçırmayan anlamındadır. Fakat burada ölüm, ölüm meleği veya ecel için bir istiâredir. Yûnus kezeğe benzettiği ölüm için niye “hiç bilmezem!” diyor? Zira ölümün nerede ve ne zaman geleceği bilinmez de ondan öyle diyor. Bir de tabii “Hiç bilmezem!” ben bu gezekliği anlamıyorum, otur oturduğun yerde! gibi bir şaşkınlık bir istifham ifadesi de var burada. 

Hâsıl-ı kelâm, ölüm, Azrail, aramızda sıra gezmesine çıkan bir kişi gibidir ve devamlı dolanır durur. 

İkinci mısra da birinci mısra kadar renklidir:

“Halkı bostân edinmişdir dilediğin üzer ölüm.” 

Bendeniz bostan kelimesinden dolayı bu mısranın “râyihanın keser ölüm” şeklinde yazılan varyantını esas aldım. Burada uzun uzun izahını yapmayayım, bostan, bağ, çiçek ve koku meselesinden dolayı bunu tercih ettim. Sizin sorduğunuz şekil de esas alınabilir. 

Malûmdur ki bostan, bakımlı, verimli, içinde türlü yemiş ve çiçeklerin bulunduğu bahçe demektir. Varlık, yani eşya bu dünya bostanında birer çiçek yahut yemiş gibiyse, ölüm bu şeyleri dalından koparılan bir meyve veya çiçek gibi tek tek koparacaktır. Aşağıdaki varyantta ise bostandaki çiçekler ölümle kokusunu kesecek, artık koklanmaz olacaktır. Yûnus’ta böyle pek çok varyant vardır. 

Hîç bilmezem kezek kimün aramızda gezer ölüm

Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm

Ölüm bu beyit bağlamında böyle bir tasvirle verilmektedir. Fakat Yûnus Emre ölüm gerçeğini hep bu şekilde anlatmaz. Ehlullah bilir ki ölüm mutlak bir yokluk değildir, dönüşümdür. Eşya ve tabii ki insan, Hak’tan var olmuş on sekiz bin âleme intikâl etmiştir. İnsandan tekrar kemâle yani Hakk’a ulaşarak aslına dönmüştür ve dönmektedir. Halkta olan ölümlü, Hak’ta olan ölümsüzdür. Burada insanın sıfatında yani kalıbında takılmamak gerekir. Aslına dönecek olan rûh-ı insanîdir. Rûh ölümsüzdür. Dört unsur ise inkılâp etmektedir. Bu sebeple Yûnus bir yerde öleceğini düşünmeyen insanı ikaz eder ve şunu der:

Câhildir manîden almaz oturur karârı gelmez

Öleceğini hîç sanmaz yüz bin yıllık teşvîş eder

Diğer taraftan da âşıkları bekâ sırrına çekip ölümsüzlük vurgusu yapar:

Ko ölmek endîşesin âşık ölmez bâkîdir

Ölmek senin nen ola çün cânın İlâhîdir

 

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın

Çün kim işe yararsın bu söz fâsid da‘vîdir

 

Bu ölüm kavramının Yûnus’ta detayları çoktur. Kısaca söylemek gerekirse insan Hak’ta doğmadıysa, mânen dirilmediyse ölüdür. Şu halde ölmüş gönüllerin dirilmesi tevhit ile mümkündür. 

Cemâlperestlik kavramının tasavvufta çokça işlendiği görülür. Cemâlperestlik kavramı yahut şâhidbâzlık kavramını Yûnus benimsemiş midir? Onun şiirlerinde bir cemâlperest olduğunu gösteren ipuçlarına rastlamak mümkün müdür?

Cemâlperestlik, cemâle, yani güzele tapmak, güzeli taparcasına sevmek demektir. Bunu herhangi bir felsefî akımdan hareketle yani sureti güzel olanlara takılıp kalmak anlamında ele alıp Yûnus’a ve bildiğimiz mutasavvıflara uyarlamaya kalkarsanız doğru düşünmüş olmazsınız. Çokluğu bütün zıtlıklarıyla bir bütün olarak Hakk’ın zuhûru diye ele alıp hiçbir ayırıma tabi tutmadan çokluktan yegâne varlığı çıkarır ve onu temâşa eden bir Yûnus düşünürseniz, Yûnus’a ve benzerlerine cemâlperest diyebilirsiniz. Fakat Yûnus Emre’yle bu kavramı bağdaştırmaya çalışan bir takım kişiler bunu felsefî anlamda kullanmaktadırlar ki doğru değildir. Yûnus son merhalede vahdet ehli bir sûfîdir. Hakk’ın varlığa zuhûru celâl ve cemâl üzeredir ve Yûnus zuhûr edende zat-ı mutlaktan başka bir şey görmez. Ama siz bunu mübtedî halinde de öyle olduğu iddiasıyla gündeme getirirseniz o doğru değildir. Celâlde cemâli görmek, her baktığında dost yüzünü idrak etmek öyle bir günlük iş değildir. Sonuç itibariyle bu kavramı Yûnus’la birlikte kullananlar onun seyr ü süluk çıkaran bir mânâ yolcusu olduğunu yani bir günde yetişmediğini hesaba katmak zorundadırlar. Kaldı ki cemâlperestlik bile vahdet ehlinin çok gerisinde bir düşüncedir. Zira sevilen, gönül verilen bir güzel olduğu müddetçe ikilik içindesindir. Ehl-i vahdet, “Her gördüğüm dost yüzü” demekten geçmiş, kendisinin o dosttan ayrı olmadığının çoktan farkına varmıştır. Sonuçta Yûnus’u bu tâbirlerle sınırlandırmak, onu anlamamak demektir.

“Çıkdım erik dalına derdim yedim üzümü /

Bostan ıssı geldi eydür uğurladın kozumu” dizeleri ile başlayan şiirinde olduğu gibi birçok şiirinde metafor olgusu dikkat çekmektedir. Yûnus Emre’nin sembolik anlatımdaki başarısını nasıl değerlendirirsiniz? 

Bir kitaplık soru sordunuz. 

Bendeniz bu şathiyyenin şerhini yapmıştım; lütfen onun giriş kısmını ve yine Gizli İdris’in “Bir Mektebe Uğradım Kuş Dilini Okurlar” kitabımızın girişini okuyunuz. Burada şu kadarını söyleyeyim ehlullahın kullandığı metaforların kaynağı aklî değil misâlîdir. Yani âlem-i misâldendir. Dolayısıyla onlar rüyâlarımız gibi bizzat ehli tarafından tâbir edilir. Zaten Yûnus’un Türkçe’yi kanatlandırdığı nokta burasıdır. Bu sebeple bendeniz ‘Yûnus akademisyenler tarafından çözümlenemez, sülûk çıkaran aşk ve irfan ehli tarafından çözülür’ diyorum. Akademisyenler bundan alınıyorlar. Alınacak ne var? Yûnus bir yerde “Olmaz sözü demezem ben mârifet ehline/Zira gözümle gördüm ağaçta bitti karpuz” diyor. Akademik bilgi ağaçta biten karpuzu çözemez. Zaten kendisi diyor “Ben mârifet ehline söylerim!” diye. Yûnus gibi bir ehlullah, mânâda gördüğü çıplak hakikati alır, âlem-i misâldeki elbisesini giydirip öyle söyler. Onların açık konuşmaları ehlinedir. Hakikat kelâma büründü mü elbise giydirmek zorundadırlar. Ehlullahın bu konudaki başarısını değerlendirmek bizim haddimize değildir, fakat Yûnus bu konuda kimdir, diye soracak olursanız onun cevabı zaten bizi çok ilgilendiriyor derim. Zira Yûnus âlem-i misâle ait hakikatleri Türkçede ilk söyleyen kişi olduğu için önemlidir. Bu sebeple onun kelimelerine içten içe her dönemde yepyeni mânâlar verilmeye devam edilecektir. Bunu şöyle de söyleyebiliriz: Yûnus bin tane metafor kullandıysa, siz bunu sonsuzla çarpın, Yûnus’un kelâmının evrensel, zaman ve mekân üstü anlamını kendiliğinden bulursunuz. Tarz-ı Yûnus Türkçe’yi genişleten ve derinleştiren üslûptur ve bu üslûbun müessisi, kurucu babasıdır Yûnus.

Yûnus Emre de her insan gibi kendi zamanının ve kendi zemininin insanıdır. Bu ilişkiler ağının temas alanı dâhilinde Divân’ı ve Risâletü’n-Nushiyye’yi nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız? 

Seyr ü sülûk çıkaran bir kâmil insanın nefesinden kelimelere dökülen metinler sadece dönemsel yani tarihsel birer metin değildir. Bu metinler bir anadil ile söylendiklerine göre başta o ana dili konuşanlara hitap eden bir yönü vardır. Diğer taraftan tarihin bir döneminde ortaya konulduğuna göre o dönemin olaylarına, kültürüne coğrafyasına ve eşyasına ait başka bir yönü daha vardır. Fakat esas bizi, hatta bütün insanlığı ilgilendiren tarafı bunlar değildir. Bu metinler “ilâhî”dir. Yani bir sâlikin sülûk sonunda elde ettiği manevî tecrübelerini, ulaştığı vecd ile o devrin kelime ve kültürüyle de mezc ederek insanlığa sunduğu Rahmânî ve Rabbânî sözlerdir bunlar. İnsanlık her dönemde kendini aramış, aslını ve eşyanın hakikatini anlamaya çalışmıştır. Bu manevî hususları yorumlayan büyük gönüllerden birisi de Yûnus’tur. Yûnus başta milletimiz ve İslâm âlemi için sonra daha geniş mânâda bütün insanlık için bir yol tecrübesidir. Divân ve Risâle bütün zamanlarda yolun başında ve sonunda ne olunacaksa onu anlatmaktadır. Bu az bir şey midir? Şimdi bize düşen şey, Yûnus’un ve benzeri zatların yol tecrübelerini zaman ve mekâna, dile ve kavramlara takılmadan yorumlamaktır. Hakikat diliyle yazılan ilahîler bu sınırlandırmalardan kurtularak okunduğu takdirde gönlümüze hakikatiyle yansıyacaktır. Bu gerçeği Yûnusça söylersek şöyle diyeceğiz: 

“Her dem yeniden doğarız bizden kim usanası?”

Burada her dem doğan nedir? 

İlahî hakikattir ki onun beşiği senin gönül âlemindir. 

O bilgi hilâl gibiyken yavaş yavaş dolunay olur gider. 

İsevî ve Musevî bilgiler halindeyken tamamlanıp Muhammedî bir bilgiye dönüşür gider. Bu mânâda Divân-ı İlahiyât bize Muhammedî hakikatin yani tamamlanmış insanın şifrelerini verir. Yûnus’un “Âhir Muhammed nûru balkıdı içimizden!” demesi bundandır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Fuad Köprülü’nün başlattığı çalışmalar neticesinde gündeme gelen Yûnus, Anadolu’nun İslâmiyet öncesi eski kültüründen beslenen, orta çağ Anadolu’sunun hümanistlerinden biri olarak da değerlendirilmiştir. Yûnus'u anlatan yazıların gündeme getirdiği bakış açıları yorumları ve soruları Yûnus'u nasıl bir noktaya getirmiştir? 

Bu sorunuz da bir kitaplık sorudur. Bendenize zaman zaman sorulan sorulardır bunlar. Çok kısa cevap vereceğim. Fuat Köprülü, Yûnus Emre’yle ilgili ilk ilmî çalışmayı yapan kişidir, elhak doğrudur fakat Yûnus onun çalışmalarıyla tanınmıştır diye iddia edenlere katılmak mümkün değildir. Yûnus baştan beri tanınan ve ilahîleri özellikle tekkelerde okunan bir zattır. Onun besteli ilahîlerinin camilere girmesi daha sonraki dönemlerde olmuştur. Belki Mevlid ile birlikte…

Yûnus’un İslâm öncesi bilgilerden veya gelenekten beslenmesi konusuna gelince, bu doğrudur. Zira yeni bir din gelince içinde yaşadığın toplumun bütün değerlerini elinin tersiyle iteceksin diye bir kaide yoktur. Bu husus manevî konulardaki benzerlikler için de geçerli olabilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Yani Yûnus’ta eski Türk dinî inançlarına ait izler bulunması Yûnus’un inancına eksiklik vermez ki? Nitekim eski Türk inanç sisteminde her şey kökten yanlış mı idi yani? Sonra İslâm’dan önce bizim toplumumuz içinden hakikati yaşayan insanlar çıkmış olamaz mı ve onların tecrübelerinden gelen bilgiler doğru olamaz mı? Bilakis olabilir. Bütün Hak Peygamberler mânâ yollarının bir tecrübesidir. Burada Muhammediyyet yani ehlullahın Ferd-i Câmi dediği makâma gelen kişinin makâm-ı Muhammed’de olması hususu önemli bir husustur. Yol o makâma varıncaya kadar yaşanılan tecrübeler değişik inançlarla ortak olabilir. Bunları cımbızla ayıklayıp Yûnus’ta Şamanist izler, İsevî izler Budist izler diye kafa karıştıran çalışmalar, evvela o çalışmaları yapanların zihinlerindeki bulanıklıkla ilgilidir. Bu meseleleri iyi anlamak gerekir.

Yûnus hümanist midir?

Yûnus Batı’nın anladığı mânâda hümanist değildir. Onun sevgisi insanla sınırlandırılamaz. Hatta insanla birlikte tabiatla da sınırlandırılamaz. Kişinin vahdet ehli olması için “seni seviyorum!” “şunu, bunu seviyorum!” sözünün çok ötesine geçmesi, Allah’ta olması gerekir. Sevgi Allah’a doğru seyredenlerin yani ikilik sahiplerinin işidir. Yûnus vahdet ehlidir. O, sevginin yani aşkın kendisidir. “Biz sevdik âşık olduk, sevildik maşûk olduk” dediği yerde bile ikilik vardır. “Aşk imâmdır bize gönül cemaat/Kıblemiz dost yüzü daimdir salat” beytindeki salât-ı dâimûn ifadesini esas almak gerekir ki ikilik kalksın. Yûnus hümanizmin çok ötesindedir, sevginin kendisidir. O Hak’tadır vesselâm. Böyle olmakla beraber onu “izm”ler içinde değerlendiren ve bir Türk İslâm hümanisti veya felsefecisi olarak tanıtan kişiler bu görüşlerinde ısrar etmektedir. Bunda bir sakınca olmamakla birlikte öyle düşünenler Yûnus’u sınırlandırdıkları için hareket noktaları doğru değildir. Sonuçta vahdet ehli sen nereden bakarsan kendini oradan gösterir. 

Gerçek tarihsel kimliğinin yanında deformasyona uğratılan kimliği ile farklı istikametlerde yorumlanması hususunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Evet, ne yazık ki Yûnus’un hayatı son yetmiş beş sene içinde bazı eli kalem tutanlarca yalan yanlış değerlendirmelerle oraya buraya çekilerek anlatıldı. Bunlar doğru değildir. Eldeki mevcut bilgi ve belgeler alt alta getirilmeli ve yazılanlar ne diyorsa, durum şudur, denmelidir. Bendenizin yaptığı da budur esasen. Fakat bir kısım arkadaş bazı belgeleri görüp diğerlerini görmezlikten gelerek bölge ve belde savaşlarını devam ettirmektedirler ki doğru değildir. Bu deformasyon sadece yaşadığı coğrafyayla da ilgili değildir. Onun düşünce sistemiyle de alakalı iddialar çarpıtılmaktadır. Yûnus sünnîdir, alevîdir yahut değildir gibi iddialar… Halbuki ehl-i vahdet için bu iddilarda bulunmak ona noksanlık izafe etmektir. Sen Yûnus’u kendine çekeceğine onun makâmına yükselirsen daha doğru düşüncelere ulaşırsın.

Bendeniz Yûnus’la ilgili Külliyat’ımda bu hususları belgeler ışığında değerlendirdim. Yûnus kimdir ortaya koydum. Fakat ortalıkta dolaşan noksan bilgi ve değerlendirmelerin dedikodusuna hiç girmedim. Yûnus, artık insan yetiştirirken güncellenerek sisteme dahil edilmeli, izinden giden iki binden fazla Yûnus takipçisiyle birlikte terbiye sistemimizin içinde olmalıdır. Burada ediplere, felsefecilere, sosyologlara, psikologlara, film ve dizilerle uğraşanlara görev düşmektedir. Benim tavsiyem budur.

Yûnus'un şöhreti Nallıhan, Mihalıççık, Kula, Erzurum, Ünye, Sandıklı gibi beldelerden başlayıp Azerbaycan'a, Balkanlar'a kadar ulaşmıştır. Yûnus'un izinden giden Âşık Yûnus, Ümmi Sinan, Niyâzî-i Mısrî hakkında neler söylemek istersiniz? “Yûnus Kültü”, “Yûnus Mektebi” nasıl oluşmuştur?

Yûnus bir üslûp müessisidir. İlahî terbiye sonucunda manevî tecrübelerini, anadili Batı Türkçesi ile ilk defa dile getiren kişi oldu. Kendinden öncekiler mânâyı hem Farsça ve Arapça konuşup yazarak, hem de mecâzlar kullanarak gizlediler. O, ilk kez kendi evinde, dergâhında, sokağında, çarşı ve pazarlarında konuşulan dil ile hakikati anlattı. Konuşma dilini bir hakikat dili haline getirdi, sıradan kelimelere mânâ elbisesi giydirdi. Kelimeler onunla semavîleşti, onunla derinleşti. Yûnus “Baba Tapduk mânâsı” dediği, “Senin sözlerin mânâdır bilenlere” dediği bu dili gezdiği büyük coğrafyaya taşıdı. Bizâtihi kendisi “Söyleyeler sözünü devr-i zamân içinde” demişti ki hakikaten öyle oldu ve buyurduğunuz gibi onun dili Anadolu’dan Azerbaycan’a ve Balkanlara, bugün için söylersek bütün insanlığın kulağına değdi. Yûnus’un öncü olduğu bu dil Mısrî Efendi’nin “Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen” buyurduğu gibi onun izine basanlar tarafından el’an geleceğe taşınmaya devam etmektedir. Bugün Yûnus dili deyince sadece yazıya geçirilmiş sözler de anlaşılmamalıdır. Resim, müzik ve sinema da bir dildir. Günümüzün Yûnusları artık bu deryalarda da yüzmekte ve bu dili çağın bilinciyle donatmaktadırlar. Yûnusça sadece bir dil değil, bir yaşama biçimi, bir davranıştır esasında. Anam ve ninem rahmetli, bahsettiğiniz Yûnus kültürünün canlı birer örneğiydi. Dağlar ile taşlar ile Mevlâ’sını çağıran Yûnus’la, ocağa odun atmadan içinde karınca ve sair böcek varsa yanmasın diye silkeleyen ninemin, sofraya oturmadan evin kedisinin karnını doyuran anamın davranışı arasında bir üslûp benzerliği yok mudur? İşte Yûnus bu milleti daha ziyade kulaktan beslemiştir, fakat onun sözleri kulakta kalmamış gönüle inmiştir. “Yûnus mektebi” sadece ehlullahın şiir söyleyenlerince devam eden onlarla sınırlı olan bir mektep değildir sizin anlayacağınız. Onun sözleri ilahî olduğu için sacede sözel bir etkiyle sınırlanmamış, davranışlara dönüşmüştür.

Yûnus Emre ile ilgili çalışmalarınızda karşılaştığınız zorluklar nelerdir?

Bendeniz 36 senedir Yûnus Emre’nin eserleriyle uğraşıyorum. Doğal olarak bu araştırmalarda zorlandığım şeylerin başında yazma kaynaklara ulaşamamak konusu vardı. Mesela Almanya’dan nüsha getirteceksin, 2 sene beklerdin bir iki maaş mikdarı da para verirdin. Bir nüsha için 1988 senesinde 345 mark verdiğimi hatırlıyorum. Mısır nüshasını 9 senede getirtebilmiştim ve geldiğinde çok da işime yaramadı. Böyle zorluklar çektik. Karaman nüshasını ilk kullanan bendeniz oldum. Elinde bulunduran zat, tuttu bizi mahkemeye verdi. İki sene onunla mücadele ettim. Sonra Rahmetli Özal döneminde Kütüphanelerimizdeki yasaklı nüshalar kaldırıldı, bir kararnâme ile bu eserlerin kullanılma izni çıktı. Bizim de dava düştü. Bu kararnâmenin sebebi bahsettiğim mahkeme olayıdır. Neyse bunları geçelim. Şimdi bahsi geçen Yûnus Emre Külliyatı, 2021 yılının başında altıncı baskısını yaptı. Malûmunuz 2021 senesi, Yûnus’un vuslatının 700. senesidir. Bu eserden gerek Cumhurbaşkanlığı’nın, gerek Kültür Bakanlığı’nın, gerek Yûnus Emre Entitüsü’nün ve tabii Milli Eğitim Bakanlığı’nın haberi vardır. İlk baskısı Kültür Bakanlığı’na aittir ve iki ayrı baskısını da Milli Eğitim Bakanlığı yapmıştır. Biz eserin son şeklini Cumhurbaşkanlığı’nın ilgili kuruluna ve bizatihi Devlet Başkanımıza da takdim etmiştik. Devlet Başkanımızın emirlerine rağmen Külliyat’ın değerlendirilmesi için bizi arayan ve soran olmadı. Sonuçta kültürden sorumlu mercîler ne yazık ki “Yûnus Emre Uçurtma Yarışması” ile ilgilenmektedirler. Biz bu eseri her türü ekonomik zorluğa rağmen H Yayınları’nın imkânlarıyla neşrettik. Merak eden ilgililer oradan bakabilirler. Sonuçta bendeniz bu eserin 2021 senesinde dünya kütüphanelerine girmesini isterdim. En azından Büyükelçiliklerimize, Yûnus Emre Merkezlerine ulaşması iyi olurdu. İleride bunlar Yûnus Emre araştırmalarının tarihinde değerlendirilecektir. Ferdî olarak kimseden bir talebimiz yoktur. Üzüntümüzün sebebi kültürümüzün dünyaya mâledilememesi noktasındadır. Yûnus Yılı’nda dünyada ne yazık ki biz yokuz. 2019 ve 2020 senelerinde yetkililere götürdüğüm sözlü veya yazılı tekliflerin hiç birine cevap verilmedi. Halbuki biz dünyanın gönlüne ancak Yûnus’la girebilirdik. Üzüntü verici ama sizinle bunları konuştuğumuz şu ana kadar (10 Ağustos 2021) elle tutulur bir şey yapılmadı. Yapılanlar da yapılmışların basit birer aktarımından ibarettir. 

Hâsılı Yûnus araştırmalarım sırasında karşılaştığım en büyük zorluk, Yûnus’u yazmak olmadı. Yûnus adına, kültürümüz adına faaliyette bulunacak mercî ve makamların Yûnus’un önemini bilmemesi oldu. Ne diyelim, bir gün bu engel de aşılır.

Geçtiğimiz günlerde “Yûnus Emre Kitaplığı” başlığını taşıyan ve 3 ciltten oluşan yeni eseriniz çıktı. Öncelikle eserinizin ilim dünyasına hayır getirmesini diliyoruz. Yeni çıkan Yûnus Emre Külliyatınız hakkında bilgi verebilir misiniz? 

Aziz kardeşim, bu kitapların hazırlık safahatını anlatsam ayrıca bir kitap eder. Külliyat ( H Yayınları, İstanbul 2021), bendenizin 1986 senesinde yazmaya başlayıp 1989 senesinde tamamladığım doktara tezimin genişletilmiş şeklidir. Bu eserin ilk neşri 1990 senesinde Kültür Bakanlığı’nca yapılmıştı. Sonra MEB ve TOBB tarafından değişik baskıları da yapıldı. Külliyat bu haliyle 6. baskı olup ilk baskısından çok farklıdır. Bu neşrin tabii temelinde Divân’ın ve Risaletü’n Nushiyye’nin yazmaları vardır. 8 nüshayla başlayan tenkitli metin zamanla 50’den fazla nüshayla, onlarca mecmua ile beslendi ve sonuçta bu hale geldi. Şimdi ilk neşri ile sondan bir önceki TOBB neşri artık tarihi birer hatıradan ibarettir. Buradaki bilgiler eskimiştir. Yeni belge ve bilgi çıkıncaya kadar son neşrimiz esas alınmalıdır. Yani H Yayınları 2021 neşri artık pek çok ilave ve düzeltmeler ihtiva etmektedir. Şimdi bu eserde son bilgilere göre Yûnus’un hayatı, iki eserinin tenkitli metni, Yûnus’un şiirlerine yazılan şerhler –ki bunların en önemlisi Çıktım Erik Dalına Şerhleri’dir ve bu eserde 9 adet şerh bulunmaktadır.- Yûnus Divânı’ndaki ıstılahların tahlili yani divânın sistematik tahlili, ciddi bir sözlük ve dizin. Kısacası Külliyat bundan ibarettir. 

Diğer söz konusu ettiğiniz 3 ciltlik Yûnus Emre Kitaplığı ise, daha çok halka ve ilgililere dönük bir yayındır. Birincisinin ilmî ağırlığı yanında bu daha kolay okunabilir niteliktedir. Yûnus’u dipnot için değil de feyz almak için okuma yapmak isteyenler aslında bu eseri tercih etmelidirler. Bunun birinci cildi Yûnus’un hayatı ve dipnotsuz haliyle şiirleri, Risâletü’n Nushiyye’nin ciddi bir şerhi ve Yûnus Emre Yorumları’nda da 40 şiirin tekke üsûlü şerhi bulunmaktadır. Tabii bu eserlerde ayrıca birer Yûnus sözlüğü vardır. Özellikle Yûnus Emre Yorumları’nı okuyan bir kişi Yûnus’un metnini zamanla çözecektir diye düşünüyorum.

Son olarak Yûnus Emre okumaları yapan öğrencilerimize “Yûnusça” duyup düşünmeleri için neler tavsiye edersiniz?

İşi bilenlerden öğrenmek gerekir. Eskiden Kur’ân-ı Kerîm müfessirlerden, Hadîs-i şerifler Hadîs âlimlerinden, Mesnevî mesnevîhânlardan öğrenilirdi. Yûnus da Yûnus’u bilenlerden öğrenilir. Buradaki en büyük engel Yûnus gibi erenlerin dilini akademinin çözememesidir. Bu da gayet doğaldır. Zira seyr ü sülûk dilidir. Öyleyse işin ehlini bulup onlardan önce zevk edinmelerini, öyle bir üstâd yoksa en muteber kitapları okuyarak zamanla o eserlerden hareketle, tefekkürle hikmete dalmalarını öneririm. Hz. Lokman’a Cenâb-ı Hak hikmeti öğretmiştir. Bu bir günlük iş değildir. Yavaş yavaş olacaktır. Hikmet lokmasını yiyebilmek ve mânânın Lokman’ı olabilmek için emek çekmek gerekir. Yûnus gibi ehlullahın eserleri öyle roman gibi okunmaz, tefekkürle okunur. Kaldı ki hâl hâline getirilmeyen hikmetli sözler okuyarak biz sadece hakîm olabiliriz. Halbuki Yûnus’un nihayî hedefi velâyettir, “Hâlimize hâldaş ol yolumuza yoldaş ol!” dediği insan-ı kâmildir. Divân-ı İlahiyâtı okumak yetmez. Okunup yaşanırsa içinden yeni Yûnuslar çıkar.

Son olarak bize ne dersiniz?

Son sözü de Yûnus’a söyletelim: 

Gelin hey dertliler gelün bu derdimden siz de alın

Dertli bilir dertli hâlin ya dertsizler bunda n'eyler

Yûnus’un derdinden nasiplenmek dileğiyle aşk u niyâz ederim efendim.

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: