TEVHİD AĞACININ GÖLGESİNDE
Tevhîd, insanın aslıdır. Hz. İnsan tevhîdin nûrundan yaratılmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın kasem ederek "Biz insanı en güzel sûrette yarattık. Sonra onu en aşağıya gönderdik. Tîn/4-6." buyurduğu âyette işaret edilen “aşağıya gönderilen” nefs ile “en güzel sûrette yaratılan” ruhun söz ile birlenmesi kelime-i tevhîd, bu birliğin enfüste idrâk edilmesi ise vahdettir. Bu manâda insan nefs ile rûhun vahdetinden ibarettir denilebilir. Vahdet sırrının idrâki, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” kutsî sözüyle ifade edilmiştir. Nefsin aslı Cenâb-ı Hakk’ın takdîr ettiği vechile tevhîd kelimesinin nuruyla ve Muhammed (a.s.) vesilesiyle bilinecektir. Bu söze yüklenen İlâhî kuvâ sebebiyle Hakk’ı tevhîd eden zâkir tenezzül ettiği dünya âleminde tahsil ettiği olumsuz sıfatlarını bu sözdeki kuvâ ile yakıp Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanacak ve aslı olan ruhlar âlemine dönecektir.
Hz. Peygamber, dört halife ve büyük mürşidlerin ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla tevhîd menzilleri ve bu menzillere ait işâretler, halk, seçkinler ve seçkinlerin seçkini olan ehlullah tarafından farklı şekilde yaşanmış ve idrâk edilmiştir.
Halkın anlayışına göre tevhîd, insanın anne ve babasından veya bilginlerden öğrendiği üzere sadece diliyle "Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlullah" demekten ibarettir. Ancak bu sözü söyleyen kişi onun manâsından ve tasdikinden haberdâr değildir. Öğrenmek için bir gayret ve talebi de yoktur. Bu tevhîd avâmîdir. Cenâb-ı Hak ise gönülde tasdîke bakar. Allah’ın zâkir ve seçkin kullarına göre tevhîd, dil ile "Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlullah" diye ikrâr edip kalbiyle tasdîk etmek ve yaşamaktır.
Kelime-i tevhîtte, "lâ" lafzı nefiydir. "İllallah" lafzı ise isbâttır. Hak tâlibi, zâtullahı bu kelâm ile sâbit eyler. Bu tevhîd sahibi Allah'ın emirlerini yerine getirip nehy ettiklerinden kaçınır. Ehlullahın tevhîd-i hâs dedikleri budur. Şer'-i şerife riayet eden ve ilme'l-yakîn sahibi olan Hakk’ın seçkin dostları, tevhîdi zedeleyen olumsuz huylarını terkedip güzel ahlaka yönelmişler ebrâriyyet makamına mazhar olmuşlardır.
Sûfilerin hâssü'l-hâs dedikleri seçkinler içinde Hakk’a daha yakın bir kısım evliyâya göre tevhîd, zâhir ve bâtını, evvel ve âhiri, celâl ve cemâli birlemekten ibarettir.
Bilindiği gibi Uhud savaşında şiddetli bir savaş olmuş, sahabeden pek çok kişi şehîd düşmüş ve hatta Hz. Peygamber'in iki mübarek dişi de kırılmıştı. Allah'ın yardımı erişince küfür ehline karşı zafer kazanılmış ve dönüşe geçilmişti. Hz. Peygamber yolda buyurdu ki, "küçük gazadan döndük, ulu gazaya gidelim" dedi. Sahabîler bu cevabı işitince kendilerinden geçip gazadan korkdular. Dediler ki, "Yâ Resulallah, bundan daha ulu gazâ olmaz. Bizim neslimiz kesilir." dediler. Habibullah, nefisle gazâ bundan daha yücedir, diyerek, sahabîye halvete koydu ve kelime-i tevhîd telkin etdi. Ashâb-ı suffâ, müdavim oldukları bu tevhîd ile cân gözlerini açtılar ve seyr ü sülûk ederek hakikat sırrına mazhar oldular.
Bir seferinde Ashâb-ı suffa Medine'de halvette mücâhede ve zikirle meşgul oldukları sırada müşâhede kıldıkları hâlleri Habib-i Ekrem'e söylerken Hz. Ali de oradaydı ve dinleyip hayıflanarak mübarek hatırından geçti ve ilhâm-ı Rabbanî ile dedi ki:
"Ya Resûlallah, ben hakîrin gece gündüz zâhirî gazâdan hâlî değilim ve illâ bu seyr ü sülûk benimle tamamlandı. Hazretinden dilerim ki bana bir amel gösteriniz. Hizmeti az, hakikatte fazlı çok ola. Aynı zamanda, hem gazadan kalmayayım, hem de sülûk edeyim, dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine Hz. Ali’ye kelime-i tevhîd telkin etti. Sonra manâdan işaretleri geldikçe onu tevhîd yolundaki yedi makama yükseltti. Bu yedi nefis merhalesine ve yedi esmâya kâmiller bilahire "Mâye-i Muhammedî usûl-i esmâ" demişlerdir. Hazret-i Nûr-ı Muhammed’den ehlinden ehline aktarılan bu tevhîd mâyası önce Hz. Alî Efendimize sonra da arkasından gelenlere telkin edildi. Hz. Ali, Efendimiz Hazretlerinden bu hakikatin kendisine telkin edilmesini dileyince, Efendimiz, Ali’nin kendisine yaklaşmasını istedi ve ellerini eline alıp iki mübarek dizini dizlerine dayayarak “yâ Ali, ığmız aynek” (yâ Ali, gözlerini yum) diyerek kelime-i tevhîdi telkin etti. İmam-ı Ali bundan sonra kendisine telkin edilen tevhid kelimesine mücâhid oldu. Darb-ı tevhîd ile nefs-i emmâresiyle gazâya başladı. Yavaş yavaş vücûd semâsının kuvveleri açıldı. Aslına sülûk ile nefis menzil ve merâtibini tamamladı Her türlü kötü ahlâktan arındı. Gönül gözüyle gördüğü ilâhî terkiplerini yani manevî müşâhedelerini Hz. Peygamber'e anlattı. Habib-i Ekrem de sahip olduğu hikmet ilmiyle Ali’nin rüyâlarını tabir edip nefs-i levvâme kapısının anahtarı olan ikinci zât ismini, Allah lafzını kulağına telkin etti. "Yâ Ali şimden sonra halvetinde hafî olarak zikrin bu olsun," buyurdu. İmâm-ı Ali bir müddet zât ismine mücâhid oldu. Hâlen, velâyet ve kerâmet bahrine mazhar düştü. Pek çok hikmetle ve seyr ü sülûk çıkarıp mertebeleri kat etti. Sonra tekrar Habib-i Ekrem'e gelip rüyâsını tabir ettirdi. Hz. Peygamber, nefs-i mülhime kapısının anahtarı olan üçüncü zat ismini, Hû ismini telkin etti. Şimden sonra halvetinde bazen darbî, bazen cehrî, bazen de mahfî, zikrin bu olsun, dedi. İmam Ali de, Hû ismine mücâhid olup çeşitli menzil ve mertebe kat etti. Rabbânî ilhâmlara ve ledün ilmine mazhar düştü. Bu isimle meşgul olduğu bir anda hakikat makamına kadem bastı. Habib-i Ekrem, tekrar rüyâlarını dinleyip tabir etti. İşaret gelince, nefs-i mutmainne kapısının anahtarı olan dördüncü zat ismini, Hakk ismini telkin etti. İmam-ı Ali de, o isme mücâhid olup pek çok menziller geçti. Nefsinde olan kin, kibir, enâniyet ve gurur sıfatlarına fenâ verip mutmainne buldu. Onun geldiği bu makam, Hallâc-ı Mansûr'un bulunduğu dairedir. İmâm-ı Ali, rüyâlarını Hz. Peygamber'e tekrar söyledi. Habib-i Ekrem bu rüyâları tabir edip, Ali'ye nefs-i raziyye kapısının anahtarı olan beşinci esmâyı telkin etti. Ali, o isme mücâhid oldu. Bu makamda da pek çok menziller geçip kerâmet, âb-ı hayât ve ilm-i kelimat bahrine mazhar düştü. İhyâ-yı kulûb oldu. Nefsiyle mücâhede ve mücâdelesine devam etti. Bu mertebeleri kat ederken yaşadığı manevî halleri ve rüyâlarını gelip Habib-i Ekrem'e anlattı. O da, tabir edip nefs-i marziyye kapısının anahtarı olan altıncı ismi telkin eyledi. İmam-ı Ali de o isme mücâhid oldu. Pek çok menzil aşıp Allah'ın izniyle irşâd seccâdesine mazhar ve hakiki halîfe oldu. Vücûdunun hücrelerini la'l u yakut eyledi. Rüyâlarını Habib-i Ekrem'e söyledi. O da ilm-i hikmet ile tabir edip nefs-i sâfiyye kapısının anahtarı olan yedinci ism-i şerifi telkin etti:
"Yâ Ali, şimdiden sonra halvetinde ihfâ ile zikrin bu olsun," dedi. İmam-ı Ali de bu esmâya mücâhid olup hâl ile "küllü şey'in halikün. /Onun yüzü(zâtı)nden başka her şey yok olacaktır. Kasas/88.” âyetinin tahtında münderic oldu ve “fakr” tamamlandı. Mübârek nefesi ebrâriyyet makamını buldu. Rûh-ı şerifi mukarreb menziline ulaştı. Sırrı, ilallaha (Allah'a doğru yolculuğa) ve seyr-i maallaha (Allah ile seyre) ayak bastı. Vuslat ve vahdet bulup tecellîsine, mukâlemesine, müşâhedesine mazhar düştü. Ser-çeşme-i evliyâ oldu. Cümlesine câmi olup on sekiz hirfet (meslek)e duâ ile destûr verip erenler kuşağını kuşandı. Tevhid tamamlanınca Hak yolunda bütün tasarrufların kendi vücudunda meydana geldiğini ve kendisinden zuhur ettiğini Hakke’l-yakîn müşahede etti. O mertebedeyken Kur'ân'ın sırrına câmi oldu ve Ali (k.v.) vahdet-i zâtta olduğuna işareten şöyle dedi:
"Kur'ân fâtihada, fâtiha da, besmelenin "ba"sının altındaki noktada mevcuttur. İşte ben, "ba"nın altındaki o noktayım."
Hz. Ali'nin ifade ettiği nokta ve zât sırrından haberdâr olan tarîk-i müstakîm ehline “evliyâ/=Hak dostu” derler. Nokta, kelime-i tevhîdin açılımı olan yedi esmânın gönülde tecellîsidir. Habîb-i Ekrem'in, İmam-ı Ali'ye telkin ettiği nebevî sıfatlardır. Bu ilâhî ve nebevî sıfatlar, Hz. Ali'den evliyâullaha intikâl edip geldi.
Burada, İmâm-ı Ali'nin, Hak yolundaki kemâlini, tasavvuf sülûkunun sırrını, yedi esmânın zuhurunu, kalbinin tasfiye ve rûhunun tahliyyesini, tasarrufunu ve ilallah (Allah'a doğru) ve maallah (Allah ile) seyrinde yaşadığı sırlarını ve hâllerini zikredersek söz çok uzar. Nihayet, İmam-ı Ali, tarikatte istikâmet bulup müntehî oldu.
Habib-i Ekrem, velâyet sırrına ulaşan İmam-ı Ali hakkında buyurdu ki, "etin etimdir, kanım kanımdır, nefesin nefesimdir, gönlün gönlümdür..." Sonra yine, "bütün seçkin mürsellerin hakikatini görmek isteyen, Ali'ye nazar etsin", dedi. Zira Ali, seçkin mürsellerin mucizelerini, kerametle izhâr etmiştir.
Habib-i Ekrem, her haliyle kemâle ulaşan Hz. Ali'ye buyurmuştur ki:
"Ya Ali, sana tâlim ettiğimiz bu esmâ-i seb'a ile olan sülûku ve tarik-i müstakîmi, senin gibi kâbiliyetli kişilere tâlim edip irşâd kıl. İrşâd ettiğin kişi de başka bir kabiliyetli vücûda talim eyleye. Bu usûl yani ayne'l-yakîn ve hakke'l-yakîn tarîki, tâ âhirete kadar ümmetim arasında müteselsil yürümeli, hiç bir zaman kesilmemelidir." şeklinde vasiyet etti.
Habib-i Ekrem fenâdan bekâya ve cemâlullaha sefer kılıp bu âlemden göçünce, Ebu Bekir Sıddîk hilâfete geçti. İmam Ali de Hz. Peygamber'in "irşâdla ilgili" vasiyetini yerine getirmek için Basra vilâyetine gitti. Oraya varınca yetmiş vâizin noksanını tesbit edip bunların görevlerini iptal etti. Sonra burada, Hasan'la tanıştı, onunla sohbet etti ve kabiliyetini anladı. O gece Hasan-ı Basrî rüyâsında Habib-i Ekrem'i gördü. Hz. Peygamber, manâda Hasan'ı irşâd edip, "Ali'nin eline su döküver," dedi. Hasan rüyâsını Ali'ye söyledi. Ali de, rüyâyı tabir edip "hizmet buyurulmuş" diye söyledi. Hasan-ı Basrî de, İmâm-ı Ali'ye teslim olup bey'at etti. İmâm-ı Ali ona, kelime-i tevhîdi telkin etti . Hasılı, İmam-ı Ali, bu usûl ile Hasan-ı Basrî Hazretlerini irşâd edip sülûkunu tamamlattı. Böylece Hak erenlerin usûl-ı tevhîdi dilden dile, gönülden gönüle yaşandı ve yaşatıldı.
Bu gönülden aktarılan tevhîdin hakikati tabii ki dile dökülemezdi. Aşk, cezbe ve hal yoluyla rüyete ve vahdet bilincine ulaşanlar ne kadar söyledilerse bizim kısmetimize düşen de odur.
*
İmdi, Hakerenler nazarından bakınca varlık yek vücûd ve tek bir hakîkatten ibarettir. Çokluk Hakk’ın sıfatlarının tecellîsi ve tezahürüdür. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak’tır, eşyanın başı ve sonu Odur. Onun varlığının bir sebebi başlangıcı ve nihayeti yoktur. Kendi zâtıyla var olan Cenâb-ı Hak bütün zamânları ve mekânları kaplayan mutlak bir varlıktır. Zâtının hakikati sıfatlarının nûruyla tecellî eder. Zâtı, zâtıyla bilinmez. Sıfatlarıyla bilinir.
Pek çok ehlullah tarafından açıklanan vücûd birliği idrâkinin Muhyiddîn-i Arabî (ö. 638/1240) tarafından somut bir düşünce haline getirildiği söylense de bu idrâk ve hâl bütün sufizm tarihi boyunca örtülü veya açık bir şekilde anlatılagelmiştir. İbn Arabî’nin kaleme aldığı vahdet telakkisi ledün dilini Türkçeye uyarlayan başta Ahmed Yesevî (ö. 1166) ve Yûnus Emre (ö. 1321) olmak üzere ilk Türk mutasavvıflarından bugüne kadar yaşayan Hakerenlerce yorumlanmıştır. Gerek Yesevî ve gerekse Yûnus Emre ve onların izinden giden iki bini aşkın Hikmet ve İlâhî şairi sûfi, eserlerinde doğrudan veya dolaylı olarak vahdet düşüncesini Kur’ân ve hadislerle temellendirerek anlatma yoluna gitmişlerdir.
Yesevî Hazretleri ve onu takip eden ehlullah vuslat yolcularının vahdete tevhîd-i esmâ, tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât adını verdikleri dört makamda ulaşabileceklerini söylerler. Bunun Hikmetlerdeki ifadesi “dört kapı” terkibidir. Vuslat yolcularının gayesi zâtî tevhîdi yaşamaktır. Zât tevhidi yaşanmadan muvahhid olunmaz. Çoğu bire indirenler dil ile "tevhîd"ten geçmiş, tevhîdi gönlüne sindirmiştir. Fiiller tevhîdini yaşayan sâlik zerreden küreye, atan ve tutan elin bir, hayrın ve şerrin Hak’tan olduğunu yani fâilin Hak olduğunu bilir. Dolayısıyla kahrı ve lutfu hoş görmeyen tevhîd yolunda tutunamaz. Tevhîdin ikinci merhalesi olan "sıfatlar tevhîdi"nde sâlik, kâinâtta vücûd bulan bütün eşyanın Hakk'ın birer sıfatı olduğunu anlar. Renk, şekil ve desenler Hakk'ın birer tecellîsidir. Bu tecellîlerde vahdet kalb gözüyle müşâhede edilir. Sıfatlar tevhîdinde sûret çok, hakîkat tektir.
Sıfatlar tevhîdini zevken yaşayan kişi Hakk'a mutî olur; her şeyde Hakk'ı görür. Bu müşâhede âşıkı vecde getirecektir.
Zât tevhîdi yoklukta (fakr-ı tammede) yaşanır. Gerçek şu ki eşyâ izâfîdir. Varlık “tek ve mutlak olan Hak” olunca onun mukabilinde ikinci bir varlığa benlik izâfe edilemez. Bunu yaşayarak anlamak için benliği terk etmek elzemdir:
Hakkın birliğini idrâk etmek isteyen her yolcunun hedefi vahdet meyinde içmek yani nefsini Cenab-ı-Hakk’ın varlığında ifnâ ederek birlik zevkini tatmaktır. Onun da yolu candan geçmek, Allah için fedâkârlık yapmak ve bütün ikiliklerden kurtulmaktır. Yesevî Hazretleri burada şunu söyler:
Cândan geçmeyince vahdet meyini içmek olmaz,
Mey içerek sema eyleyerek yürür olmalı
İslâm’ın ve kitabımız Kur’ân’ın tasvir edip hedef gösterdiği insan tipi vahdete ulaşmış kişidir. Bir İslam muvahhidi olan ve doğu Türkçesini ledün, manâ, aşk ve irfan dili haline getiren Ahmed Yesevî Hazretleri sülûkun şartını aşk ve marifet yoluyla ulaşılacak olan tevhîd makamına bağlar. Bir yerde erenler yolunu “gemi”ye benzetir. Bu gemiye binmeden tevhidin meyvesini yemek mümkün değildir:
Vahdaniyet gemisinin sırrını bilmeden,
Aşk sırrının kelâmından haber almadan,
Tecrîd ve tefrîd işlerini tamam eylemeden,
O tevhîdin meyvesinden yemek olmaz.
Bir muvahhid olan ve Doğu Türkçesini bir manâ ve irfân dili hâline getiren Yesevî Hazretlerine göre tevhîd, marifet bahçesi içinde her dalında türlü meyveleri biten ağaç gibidir. Tabiatıyla onun ağaç ile kasdı ârif-i billah olan ve hüviyet-i zâtı temsil eden insân-ı kâmildir. Hz. Pîr-i Türkistan Hakk’a sülûk ederek bu marifet meyvesinden nasiplenmiştir:
Marifet bostanı içine girip,
Evvel tevhîd ağacını gördüm orada.
O ağacın her dalında meyvası var,
Sübhân Azîm nasîb eyledi, aldım ben işte.
Marifet bahçesi içindeki tevhid ağacının aslı “Hû”dur yani hüviyet-i zattır. Cenab-ı Hakkın bütün esmasını kendinde toplayan hüviyet , kesretsiz vahdeti ifade eder. Hakerenler bu esmaya geldiklerinde perdeler açılır, ilahî sırlar zuhur eder. Bu alan tefrîd ve tecrîd alanıdır ki, nefs burada dumura uğrar. Aşıklar bu menzile ulaştıklarında müşâhede meyvesinden de nasiplenirler.
Tevhîd, O ağacın aslını bilsen, Hû’ dan imiş,
Tefrîd, tecrîd çeşmeleri sudan imiş.
O ağaç âşıkların yeri imiş,
Müşâhede kıldık, dostlar, hazretinde.
Hak’tan gafil olan benlik sahibi câhiller tevhid ağacının yani insan-ı kâmilin gölgesinden rızıklanıp marifet meyvesini yiyemez. Dünya tamahları Hakk’a yakınlığa engeldir:
Değme câhil o ağacın yeri değil,
Nefsim diyen o meyvadan asla yemez.
Tamahkârlar nefsi için neler demez,
Nefsden geçen yakın olur yakınlığında.
Nefsden geçtim, can hicabı karşı geldi,
Candın geçtim, canım cana karşı geldi.
Gaybe düşüp, gaybe girib gayb oldu,
Hasret üzre hasret ateşi gurbetinde.
Hak aşıkları himmete uğramış aşk yoluna düşerek o ulu sultanın ikram ettiği hüviyet-i zâtiyye sırrı olan tevhid meyvesini yemiştir:
Evvel himmet makâmına gir dedi,
Azâmetli sultanlığımı gör dedi.
O tevhîd meyvasından ye dedi,
Lütfu ile yedirdi aşk nimetinde.
Tevhid ağacının sıfatlarından biri de şükrü eda edilemeyecek kadar ulu olmasıdır:
Kime bahşiş verdi ise, olsun kutlu,
Yüz bin canım olsa, olsun buluntu.
O ağacın sıfatıdır, dostlar, ulu,
Şükrünü söyler, kulluk kılsun hizmetinde.
Tevhîd ağacının gölgesinde oturan Hak âşıkları aşk şarabıyla mest olmuş, masiva perdesini yırtarak vahdet sırrında tatmin olmuş kişilerdir:
O ağacın gölgesinde otururlar,
Şevk şarâbını içip ruhunu kandırırlar.
Masivadan özü tamamen koparırlar,
Karar kılmaz aşk dileyerek himmetinde.
Dost dileyen o bostanda karar kılmaz,
Hakîkatli âşıkları aşksız olmaz.
Gönül mülkünü verse ona göze iliştirmez,
Takva kılar içer nebat şerbetinde.
Dost için dünyâ ukba mülkünü bırakıp,
Mevt ateş içre girip yakılıp-yanıp,
Ne kadar kovsa dergâhından karşı gelip,
“Erini/ Bana göster” deyip zar ağlar hazretinde. (Bakara/260)
Kul Hoca Ahmed girdi görün meydan içre,
Gördü tevhid ağacını bostan içre.
O ağacın sıfatıdır Kur’an içre,
Haber verdi o İbrâhim sûresinde.
*
Kelâmın özü şudur:
Kelime-i tevhîdden asıl maksat olan hakikattir. Hakikat lübb (öz); söz ise kabuktur. Kelime-i tevhid (Lâ ilâhe illallah) sözü hakikatin hâmili (taşıyıcısı) ve zarfıdır. Bir Hak yolcusu asıl maksada ulaşınca onun haricindeki vesile ve vâsıtalara itibâr etmez vesselâm.