DERVÎŞİN MÜRŞİDİNE HİZMETİ ŞÂHÂNE GEREK
09 Kas 2025 - 13:23
YAYINLANMA
Şeriat hakikatin elbisesidir. İnsan, şeriattaki remzî uygulamaları çözüp onun hakikatini anladığı zaman taklidî imândan kurtulup tahkike geçer. Ancak burada ibadet ve taatleri taklid ederek, onun içinde gizli olduğunu anlamak ve şer'i uygulamaları reddetmek, sünneti çiğnemektir ve doğru değildir. Her şey taklitle başlar. Taklitle gönülden isterlerse Allah da yardım eder, mecazdan hakikate geçerler. Yunus Emremiz: “Şeriat tarikat yolu arana/Marifet hakikatten içeri” der. Yine Niyazî-i Mısri Hazretleri Şeriat ve hakikati ne güzel izah eder:
Sarây-ı dîn esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hüdâsıdır şerîat
Budur evvel kapı dergâh-ı Hakk'a
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
………………………………..
Hakîkat cânıdır ancak velînin
Cânından mâ'adâsıdır şerîat
Çıkacak cân beden gibi
Çıkıcak sır kalasıdır şerîat
Karâr yapmaz beden olmayıcak cân
Hakîkatın bekâsıdır şerîat
Hakîkat dilber-i ra'nâ gibidir
Anin zerrîn libâsıdır şerîat
Sakın soyma anı nâ-mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat
Hakîkat arş-ı a'lâdır mutlaka
O arşın istivâsıdır şerîat
Cemî'-i enbiyâ vü evliyânın
Niyâzî reh-nümâsıdır şerîat
Hz. Mısri, hakikat bir dilber gibidir, onu na-mahrem içre soyma, zira insanının suyunun öğretin hayası, yani edebiyat olan şeriat sırrı gereği, hakikat ehline verilir. Ne diyordu ilahî kaide, emaneti ehline veriniz…
İmdi şeriatin örtmesi, hakikatin aç emrinin olması, örtüleni açmaya, açılanı örmeye çalışmak da marifet ister. Biz destur deyip nefsimizi sahibine teslim ederek Hz. Mısri'nin bir nutkundan hareketle bey'atı anlatıp açmaya, sırrını da örtmeye çalışalım.
Tek cümle ile söylersek: Bey'at vardır ve haktır.
Talibin insan-ı kamilin şahsında, ashabın Resulullah'ın şahsında bey'atı Hakka'dır. Medinelilerin Akabe'de Rıdvan ağacının altında ilahi davete icabet yolları hakikat yolu bey'attır ve Cenâb-ı Hakk'ın Fetih suresinin 10. ayetindeki bey'at emri hiç şüphesiz hakikat talipleri için umumi bir emirdir. Ne diyordu bu âyette Cenâb-ı Hak:
“İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh yedullâhi fevka eydihim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu'tîhi ecran azîmâ.”
"Sana bîat öğrencileri ancak Allah'a bîat olmuşlardı. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözlerden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine gelene, Allah büyük bir mükâfat bekliyor. Fetih/10."
Sana yani insan-ı kamile, Resulullaha bey'at edenlerin beyatı aslında Allah'adır ve Allah'ın eli yani yedullah insan-ı kâmildedir.
Böylece Resûlullah'ın ve kendisinden sonra onun mirasını tevarüs etmiş olan hakikat ehline beyat sahipleri, ateşe konulan demir gibi dönüşerek şeriat dairelerinden hakikat dairesine sahip olanlar ve mevcutlardır.
Sonrası hadis-i kudside
“Bana bir karışan yaklaşan yerde ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşan yerde ben bir kulaçırım, bana uzaklardan gelene ben koşarak gelirim.” Şeklinde beyan edildiği üzere Allah esmasıyla, ef'aliyle sıfatlarıyla ve zatıyla kulunda tecelli gider. Yunus “Tecelliden nasip oldu kimine/Kiminin nasibi andan içeri” der.
Bu tecelli, eneden enteden hüveden, yani ondan içeridir…
İmdi, hakikat insanla bilinir, Cenab-ı Hak insanla anlaşılır. Hakikate talep ve mürşide ihtiyaç dağılımı Cenâb-ı Hak ulul-azim bir peygamber olan Hz. Musa'yı Mecmaü'L-Bahreyn'de bulunan Hızr-ı Manâ'ya göndedir miydi? Hayır...Ne dedi Hz. Mısri
Hakîkat cânıdır ancak velînin
Cânından mâ'adâsıdır şerîat
İmdi evvela Hz. Musa'nın şeriatı, Hz. İsa'nın da peygamber hakikati olup bu toplamının ise Hz. Muhammed (as) olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Şu anda insana on de yani şeriat de lazımdır can da yani hakikat de lazımdır. Bunlar birbirlerini tamamlar. Ta aslına bakılacak olursa her şey hakikatten, tekten, kökenden zuhur olmuştur.
Nokta idik ezelde
Saklı idik güzelde
Kün dendi ferman elde
Divaneyim ben şimdi
Pervaneyim ben şimdi
İmdi Hz. Musa Hızr'a, sahabe Hz. Peygamber'e, Celaleddin Şemse, Yunus Tapduk'a, Mısri Ümmî sinan'a, Eroğlu Vahib ümmi'ye beyat etti ise beyat-ı hakiki vardır ve esasen bey'an insan-ı kamilin şahında Hakk'adır.
Burada Hz. Mısrî efendimizin bir nutkundan hareketle hakikatten birkaç kelam sağlamaya fayda mülahaza ediyoruz:
Hz. Mısri: XVII. Asırda Elmalılı Sinan Ümmî Hazretlerinin yetiştirdiği büyük Hak âşık ve ariflerinden biridir. Onun divânı da erkâna bilgileri incelenerek ayrıntıları edebî bir üslupla anlatımı açısından sonraki dönemlerde bir ilmihâl olarak kullanılmış ve geniş bir kitle tarafından okunmuştur. Onun şu gazeli de manzûm bir bey'atname /erkânnâmedir:
Sâlikin mürşidine hizmeti şâhâne gerek
Eşiğine koyasın diye şâhâ ne gerek
“Müridin mürşidine hizmeti şâhlara yakışır biçimde olmalı; mürid mürşidinin boyuna parmağının bağlanması –harfsiz kelamsız-sormalı: Ey sultanım, ne olmadığım yapayım, emrinize amadeyim!”
Bu nutk-ı şerifin şerhinde Muhammed Nur Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Sâlikin üç mertebesi vardır:
Biri “muhib”, biri “mürîd”, biri de “sâlik”tir.
Muhib, yalnız ehl-i tevhîd ile muhabbet edendir.
“Mürîd” hem muhabbeti eden hem de bey'at etmek isteyen kimsedir.
“Sâlik” de hem bey'at hem de sülük eden kişidir. Burada murâd budur yani sülûk edenin mürşidine hizmeti vükelânın pâdişâha hizmeti gibi ve belki de daha ziyâde olması lâzımdır yani vükelâ pâdişâhı nice değerli tutar ve hizmet ve itaat ederse sâlikin de mürşidine öyle itâat ve hizmet vermesi ve değerli tutması lâzımdır. Hattâ pâdişâhtan fazla bile olması iktizâ eder. Çünki pâdişâha itâat ve hizmet olunması dünyevî bir taayyüş ve istifâde içindir. Bir kimse pâdişâha hizmetinde kusûr çıkarsa o ülkeden doğan taayyüş ve istifâdesi inkıtâa uğrasa bile başka bir iş ve ticâretle uğraşarak kendisine lâzım olan maîşeti tedârik edebilir. Ammâ mürşide olan hizmet öyle değil. Çünki mürşide hizmet ve itâati Hak içindir. Mürşidin emri Hakk'ın emridir. Mürşidin rızâsı Hakk'ın rızâsıdır. Bir sâlik mürşidin emrine itâat etmemiş olsa feyz kapılarını dağıtmış seddetmiş (kapatmış) olur. Mürşidinden elde edilen kazanç diğer taraftan temîn ve tedârik olamaz. Mürşidin de sâlikine hizmeti vardır. O dahi Cenâb-ı Hakk'ın verdiği emirleri Hak yolunda Hak için murâât eylemekten (yani gözetip riayet etmekten) ibârettir. Böyle olduğunda, mürşidin emrini tutmak Hakk'ın emrini tutmaktır ve Hakk'ın emrine itâat eylemektir.”
*
İmdi beyt-i şerif biraz daha açık gerekirse tasavvuf yolculuğunun yani sülûkun esası üç şartta toplanabilir:
Zikr-i daimî,
Sıddıkıyet
Teslimiyet-i tamme.
Teslimiyet-i tamme beyata yani rabıtaya bağlılık ve samimiyetle sınırlıdır. Mürid mürşidinin şahsında aslında Hakka bey'at vardır. Zira mürşid-i Hak, varis-i Muhammedîdir. Muhammed'e (as.) beyat edenler de Allaha beyat görürler. Şu halde hizmet mürşid-i kamilin şahsında halka, dolayısıyla Hakk'adır. Bunu bilen mürid mürşidinin emrini emr-i Hak ve yedini yedullâh bilmeli, emrini her hali ve boyunca eyvallah diyerek ona muarız davranmamalıdır. Zira mürşid-i hakiki sıradan biri değil, Allah'ın rengine sahip kişidir. O külli vücudu temsil eder. Onun biri sıradan gibi üreme emrine riayet etmeyen salik feyz alamaz, yola gidemez. Nitekim Yunus Emre şöyle buyurur:
Âşık kişi miskîn olur yol içinde teslîm olur
Kim n'iderse boyun bura çâre yok gönül yıkmaağa
Hizmet mürşid-i Hakiki olan Allah'adır. Kime yapılırsa yapılsın, niyetlere göre sonuçtade Allah'adır. Bu niyetle yapılan ona hizmet ibadettir. Bu niyetle yapılan hizmet kurb-ı nevafildir. Allah'a nafile ibadetle yaklaşıldığı malumdur. Nitekim büyükler tevhide iki yola ulaşılabileceğini, yani kurb-ı feraiz ve kurb-ı nevafil ile ulaşılabileceğini söylemişlerdir.
Kurb-ı feraiz Hakk'ın kula yaklaşması, kurb-ı nevafil ise kulun Hakk'a yaklaşıyor. Kulun Hakk'a yakınlığı gönülde bir arzu ile başlar aşk ile genişler. Cenab-ı Hak bu makamda “Bana bir karış yaklaşan yerde ben bir arşın yaklaşırım,bana bir arşın yaklaşan yerde ben bir kulaç yaklaşıyor, bana toplu gelene ben koşarak gelirim.” demektedir. İnsanın nasibi ve yeteneği varsa Ulul-azim peygamberlerinde sunulan gibi yapışacağı bir sağlam ip, bir kervan, bir gemi bulur ve gideceği yere ulaşır. Artık onun kervana yahut kaptana tabi olması, onun emrine boyun bükülmesi gerekir. Yoksa menzil alamaz. Nitekim burada bahis mevzuu olan Mehmed Niyâzî-i Mısrî, koşullara yapışarak azizini almıştır, 1647'den 1656 senesine kadar Ümmî Sinân Hazretlerinin yanında sülûk çıkararak maddî ve manevî hizmetinde kullanılmaktadır. Bu dokuz seneyi o nefsiyle boğuşarak geçirmiş, sürekli mücâhede yapıp pek çok halvet çıkarmıştır. Bir yerde o günlerden bahsederken şunları söyler:
"Ben o günlerde iki konaktan beşinci konakta idim. Hiç karârım kalmamıştı. Bir yandan öbür tarafa kaçıyor, mücâhede saldırılarından dolayı bir yerde ve bir halde duramadığım için, istemiyorum minâreden yahut dağlardan aşağı atlayacaktı. Sülûk günlerimin ekserisinde gıdâm, yirmi dirhem arpa ekmeği idi" (İrfân Sofraları, s. 37)
Bu arada mürşidi ona nefsine dokunacak çeşitli hizmetlerden de yararlanacaksınız. Bazı günler dergâhın mutfağına sırtında odun, buğday veya kırbayla su taşımıştır. Yûnus Emre gibi, sırtı, elleri ve bacakları bunları takip eden yara olmuştur. Fekat Hz. Mısrî “elbette bu da manevî feyzimizin husûlüne sebeptir.” diye sabretmiş ve asla şikayet etmemiştir. Her nasılsa bir gün Şeyhi Ümmî Sinân Hazretlerinin yakınında bulunan, kendisinin de sırdaşlarından olan sevdiği bir ihvânına gizlice yaralara şifa koymasını ricâ eder. O zât da görevi ifâ sonunda sonra doğruca Ümmî Sinân Hazretlerine gidip:
"Azîzim, Mısrî bükünüzün sırt buğdayı, su ve odun taşımaktan yaralanmış. Bu kadar zahmet ve meşakkate sabır ve tahammül, kemâle erdiğine delîldir. Lütfen bunun icâzesini ihsân buyurun." diye ricâ eder. Hz. Şeyh bunun üzerine:
"Doğrudur. Mısrî'nin kemâlesi geldiği ben de bilirim. Ama onun bizden elinde olan bir şey vardır." diye cevap verir.
Nitekim Mısrî efendi o paranın sırrı hizmeti mukabili de almıştır.
Geçe dünyâ ile ukbâyı dahi etmeyer
Bu yolun mihnetine ol katı merdâne gerek
"Dünya ve ukbâ arzularından geçmeli, âr (benlik) vermemelidir. O (sâlik) bu yolun sıkıntılarına yiğitçe /Ali gibi/ karşı koymalıdır."
Sâlik, dünyâ ve ukbâ kayıt ve ilgilerinden geçinceye kadar dek başına gelen her türlü bela ve kazaya sabr sağlanır ve hoşgörü göstermeli hasseten hiçbir şeyden ve nefret etmemelidir. Zira başarısız olamayan tevhide ulaşamaz.
Ehlince malumdur ki salik-i Hak anında bire imtihan edilir, son durumun yani geldiği makam o anda olursa, nasıl tepki verdiyse odur. Ne dedi Yunus “Girmiş surette gezer, türlü işler düzer.” Her türlü işleri onu kılıkta yapan Hak'tır Hakk'ın kudretidir.
*
Şabani azizlerinden Cemâleddîn Kunat hazretleri (ö. Uşak-2013) birinin geçmiş dervişanından birinin bir Cuma günü namaz vaktine kadar terk-i dünyâ ve terk-i ukbâ muhabbeti yapar. Bir süre sonra cuma vakti gelir, birlikte camiye giderler. İkisinin ayaklarında da aynı numara mes pabucu vardır. Fakat dervişin pabucu yeni, Cemaleddin Efendi'ninki eskidir. Namazdan sonra Efendi Hazretleri muhabbeti dalgınlığa geçerek yeni pabuçları giyip çıkar. Dervîş, arkadaşları pabuçlarını arar tararlardır. Ölenler bir şekilde, yüksek sesle başlar pabuçlarını sormaya:
-Ayakkabımı kim aldıysa çabuk getirsin!
Bu sırada Hazret dışarıda kıs kıs gülerek, sakalını sıvazlaya sıvazlaya dervîşini beklemektedir. Tabiî ki içindeki eski pabuçtan başka pabuç bulunmaz. Derviş çaresizliği, eski pabuçları giyer, dışarıda bekleyen şeyhin yanına varır: Aziz Hazretleri hafif bir gülümsemeyle:
-Ulen çocuğu, pabucunu yanlışlıkla ben giymişim. Al değiştirin! Der.
Derviş, terk-i dünyâ imtihanını kaybetmiştir.
Bey'at ve sülük olmadıkça dünya ve ukba endişesinden geçmek mümkün değildir.
Ne demişti Yunus:
Dünyâyı bırak elden dünyâ hicâb bu yolda
Biz velîden nebîden öyle işitdik haber
(Dünyâyı elden bırak; dünyâ, manâ yolunda perdedir. Biz Hz. Peygamber'den ve Allah dostundan /Tapduk Sultan'dan/ öyle öğrendi.)
Cenâb-ı Hak, gerek âyetlerinde önerilen peygamberlerin ve velîlerinin lisanından dünyâya meyletmemesi için insanın pek çok ikâzda olduğu. Hâl ve makâm ehlisinin tecrübesine göre Hak yolunda en büyük perde benlik ve dünyâ sevgisidir. Bu iki yükü sırtlarından ve gönüllerinden atamayanlar, kendi hakîkatlerine yolculuk yapamazlar; Hakk'ın rızâsına eremezler. İnsan dünyâda yaşarken Hak bilincini ve sevgisini, Hakk'ın hoşlanmadıklarına düşmanlarla kazanır. Hakk'ın hoşlanmadığı aşklar, nefis, dünyevi sevgisi ve şeytana arkadaş olmaktır. Fakat insanlar kolay kolay bu üç şeyi bırakamazlar. Çünkü nefis insana verilmiş ve gönlüne de dünyâ sevgisi konulmuştur. Dünyâ ise müminin imtihan yeridir. İnsana sevdirilen şey aynı zamanda insanın da imtihanı olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Kadın, oğul, birikmiş altın ve gümüş, güzel atlar, hayvanlar ve ekinler insanlara sevdirildi halbuki bunlar dünyâ hayâtının geçici faydalarından ibârettir” (Âli İmran/14).
“Muhakkak ki dünyâ hayâtı; oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma gayretinden ibârettir” (Hadîd/ 20).
Hazret-i Peygamber dünyâ sevgisinin ve bu sevgiyle gelen hırsın Hakk'ı ve hakîkati yapmakte ve talep etmekte engelleyici olduğunu bildiği için “dünyâ müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” demiştir.
Bütün bunlardan, dünyâyı elimizin tersiyle itmek değil, dünyâyı gönlümüze bırakmamak anlaşılmalıdır. Masivâ dedikleri dünyâ sevgisidir. Bu sevgiyi gönülden silip süpürmek gerekmektedir.
Sonuçta dünyâ sevgisinin davranışları nedir? Diye sorana verilecek cevap şudur:
Nefsine kifâyet sürecek şeyle yetinmektir! Bir şeyin fazlası dünyâlıktır. Bu sevginin gönüldeki fiyaskoları ise, ayıplanmaktan çekinmek, övünmekten hoşlanmaktır!
Hazret-i Mısrî tam bu yerde, dünyâyı elinin tersiyle iten âr u nâmûs belâsından kurtulmak isteyen Hak tâlibinin, adını deliyesini takma öğütler:
Halkın uslu demesinden sana ne
Âkil isen adını mecnûna tak
Ancak bu hâl mürid-i hakîkinin işidir!
Gerçek şu ki, gönülde Hak'tan başka ne varsa, o, dünyâdır! Gönülde Hak varsa, dünyâ yoktur; dünyâ varsa Hak yoktur.
Büyük sûfî İbrahim-i Rakkî:
“Hak tâlibin dünyâda iki nesnenin dostluğu yeterlidir: Birisi fakr, diğer de Hak dostlarından birine hizmet!” demiştir.
Mürid, bu hayâtta selâmet isterse, ölmeden önce dünyâya vedâ dayanabilmelidir! Cenâb-ı Hak, dünyâya, dünyâda iken vedâ edenlerin sırrından tecellî eder. Zaten Hakk'ın tecellîsi, halkın yok olması anlamına gelir. Sûfî müfessirler Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'daki makâm-ı Mûsâ'ya hitâben “ayakkabılarını çıkar!” düzenli ikâzını, “dünya sevgisini terk et!” diye yorumlar:
“İnnî ene rabbuke fahla' na'leyke inneke bi'l-vâdi'l-mukaddesi Tuvâ. (/Yâ Musâ!/ parayı ben senin Rabbinim! Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal bir vâdi olan Tuvâ'dasın (=birlik makamına doğru yükseliyorsun, orada varlık ve benlikle birliktek mümkün değildir.)” (Taha/12).
Nitekim ehlullah, sülûk ettirdiği dervîşi bu konuda yok olmuştur da.
*
İşte böyle! Cenâb-ı Hakk'ın, kendi zâtî tecellîsi ayak sebebi övdüğü “Tuvâ Vâdisi”ne giremeyenlerin pabucularından zor çıkar.
Nitekim Huccetullâh lakaplı İbrâhîm Kirmanşâhî Hazretleri (M. 948) buna benzer bir tecrübe yaşanmış ki: “Bir dervîş, hani benim na'leynim (ayakkabılarım) derse, o dünyâsına köle olmuştur.” demiştir. Velhasıl, dervîş olana lâyık ve lâzım olan, hiçbir şeyden gönülden uzaklaşmadan geçiştir!
Nâ-murâd olmağa tâlib ola kim menzil ala
Dahi halk içre adı âkil-i dîvâne gerek
“Sâlik muratsız olmaya talip olmalı ki menzil alabilsin. Ayrıca adı halk içinde akıllı veya deli her ne diye anılırsa anılsın onun için fark etmemeli.”
Aklının üç mertebesi vardır.
Akl-ı maâş, dünyevîdir.
Akl-ı maâd, uhrevîdir.
Akl-ı kâmil, hakikat ehlinin aklıdır. Bu akıl sâhipleri tevhidin hakikatini bilir bunlara ukalâ-yı meczûbîn de denilir. Akl-ı maâş ve akl-ı maâd sahipleri bu gibi tevhid ehlini bölgelerdeki çeşitli partilerle onlara meczûb yahut dîvâne derler. Zira düzenli olarak şeriat hareketleri var sanırlar. Ehl-i tevhîdde tenkide sebep olacak halleri görenler de onlara bakıp “dîvâne” derler. Kendilerinin mahçup (perdeli) olduklarına bakmayıp bu tevhid ehlini tenkid eder dururlar halbuki Hak meczupları mahcûb doldurulacak gibi muvahhid ve âkil kimselerdir.
Dahi Mûsâ gibi Hızr'a gemisinin deldire ol
Eski dîvârı yıkıp hem katl-i oğlâna gerek
“Sâlik /o/ hakikat yolunda muratsızlıktan öte, Musa gibi Hızır'a gemisini deldirmeli, eski duvarı yıkıp oğlanı katletmelidir.”
Mürîd mürşid-i hakikinin emrine teslîm olmalı, gemisini /âr u nâmûs sıfatlarını/ deldirmeli, nefs çocuğunu yok çalıştırın, vücûd yahut kendisine perde olan bilgi duvarını yıkıp yeniden yapmalıdır ki Hızr-ı manevi olan mürşidi onu vahdet bilgisiyle yeniden imâr ve inşa etsin.