KKTC VUMHURBAŞKANI SEÇİMİ ÜZERİNE BİR YORUM
19 Ekim 2025 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde sayın Tufan Erhürman (Cumhuriyetçi Türk Partisi/CTP) yaklaşık %62,8 oy alarak seçimi kazanmıştır. Bu seçim Ada siyasetinde önemli bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Zira mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile seçimi kazanan Tufan Erhürman’ın KKTC’nin geleceğine ilişkin önerdikleri program nerdeyse taban tabana zıtlık teşkil etmekteydi. Tatar, “iki devletli çözüm” yaklaşımını savunmasına karşın Erhürman federasyona dayalı çözüm ve müzakere sürecinin yeniden harekete geçirilmesini savunmaktaydı. Erhürman’ın galip çıktığı seçim sonuçları, Ankara - Lefkoşa hattında yeni bir diplomatik dönem başlanması anlamına gelmektedir. Erhürman, seçim zaferinin ardından yaptığı açıklamada Türkiye ile ilişkilerin “karşılıklı saygı ve istişare temelinde” sürdürüleceğini belirtmesi, dış politikada uyumlu ama daha dengeli bir yaklaşım sergileyeceğinin sinyali şeklinde yorumlandı. Bu tutum, Türkiye’nin garantörlük rolünü korurken KKTC’nin kurumsal özerkliğini güçlendirme arayışı şeklinde de okundu.
Bilindiği üzere, KKTC, Türkiye açısından yalnızca tarihî bir sorumluluk değil, aynı zamanda jeopolitik, güvenlik ve enerji politikaları bakımından stratejik bir öneme sahiptir. Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alması, Türkiye’ye deniz yetki alanlarında meşru bir dayanak ve bölgesel denge unsuru sağlamaktadır. 1974 Barış Harekâtı’yla üstlenilen tarihî ve insani sorumluluk, bugün de Türkiye’nin “Kıbrıs Türkü’nün egemenliği ve siyasi eşitliği” konusundaki kararlı tutumunda devam etmektedir. KKTC, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını güçlendirirken, enerji güvenliği, savunma stratejisi ve dış politika vizyonunun da ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle KKTC, Türkiye için yalnızca bir müttefik değil, ulusal kimliğin, güvenliğin ve bölgesel istikrarın simgesidir.
Bu nedenledir ki, Türkiye’nin KKTC’ye yönelik yaklaşımı, kısa vadeli çıkar hesaplarından ziyade uzun vadeli güvenlik, istikrar ve egemenlik ilkelerine dayanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin Kıbrıs politikasını belirleyen tutumu konjonktürel değişimlere bağlı bir yönelim değil, süreklilik arz eden bir devlet politikası niteliğindedir. Yönetimlerdeki değişiklikler, teferruatta bazı düşünce ayrılıkları getirse de, temel politikanın özünü ve hedeflerini ciddi bir şekilde etkilememektedir. Zira Türkiye, her zaman Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliği, egemenliği ve güvenliğinin korunmasını ulusal çıkarlarının ayrılmaz bir parçası olarak görmeye devam edecektir.
Türkiye’nin KKTC konusundaki öncelikleri, Kıbrıs Türk halkının egemen eşitliğinin tanınması, güvenliğinin sağlanması ve adalardaki Türk varlığının korunması ilkelerine dayanmaktadır. Ankara için vazgeçilmez kırmızı çizgiler; iki devletli çözüm vizyonundan taviz verilmemesi, Türk askerinin varlığının ve garantörlük sisteminin sürdürülmesi, KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanı haklarının korunması, Rum tarafının “tek meşru devlet” iddiasının reddedilmesi ve Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliğinin uluslararası platformlarda tanınmasıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin KKTC politikası, değişen konjonktürlere bağlı olmayan, ulusal güvenlik, egemenlik ve tarihî sorumluluk temelli bir devlet politikası olarak süreklilik göstermektedir.
Sayın Erhürman’ın seçim sürecinde ileri sürdüğü federasyon formülü, aslında Kıbrıs meselesinin geçmişten bu yana süregelen müzakere eksenine dayanmaktadır ve yeni bir yaklaşım değildir. Ancak bu formül, taraflar arasında egemen eşitlik, siyasi eşitlik ve yönetim paylaşımı gibi temel konularda kalıcı bir uzlaşı sağlayamamıştır. Rum tarafının, Türk tarafını azınlık konumuna indirgeme eğilimi ve “tek egemenlik” ısrarı, federasyon modelinin uygulanabilirliğini fiilen ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla Türkiye ve KKTC açısından artık öncelik, iki egemen devletin eşit statüde varlığını kabul eden ve gerçekçi temellere dayanan yeni bir çözüm paradigmasının oluşturulmasıdır. Bu yaklaşım, sadece statükoyu reddetmekle kalmayıp, Doğu Akdeniz’de barış, güvenlik ve istikrarın sürdürülebilir şekilde sağlanmasının da en rasyonel yolunu temsil etmektedir.
Sayın Erhürman, seçim sürecinde seçmenine yönelik beyanatlarında daha çok federasyon temelli bir çözüm modelini ön plana çıkarmış, bu doğrultuda “iki toplumlu, iki bölgeli” bir yapıdan yana söylemler geliştirmiştir. Ancak bu yaklaşım, seçim dönemi stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirmekte fayda bulunmaktadır. Zira iktidarı devralmasından sonra, hem Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları hem de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki stratejik çıkarları dikkate alındığında, bu söylemlerin devlet aklı çerçevesinde revizeye tabi tutulacağı kuvvetle muhtemeldir. Nitekim KKTC siyasetinde iktidar sorumluluğu, her zaman Ankara ile eşgüdüm ve karşılıklı güven temelli bir dış politika anlayışını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle Erhürman’ın da, pratikte federasyon idealinden ziyade mevcut iki devletli yapının realitesini esas alan bir çizgiye evrileceği öngörülebilir. Nitekim Erhürman da “Türkiye’yle istişare etmeksizin Kıbrıs'ta bir dış politikanın belirlenmesi benim dönemimde de asla söz konusu olmayacak” şeklinde beyanatı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İşin özü, Kıbrıs’ta federasyon modeli hukuken mümkün gibi görünse de siyasi açıdan oldukça zor bir seçenek olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar BM ve AB hâlen “iki toplumlu, iki kesimli federasyon” modelini çözüm zemini olarak desteklemekteyse de, bugüne kadar yürütülen BM arabuluculuğu çabalarında ortak bir zemin oluşturulması mümkün olamamıştır. Taraflar, yönetişimden mülkiyete, toprak düzenlemelerinden güvenlik garantilerine kadar uzanan temel meselelerde kalıcı uzlaşı sağlayamamış; toplumlar arası güven ise zamanla daha da zayıflamıştır.
Bu çerçevede federasyon, hukuki olarak tanımlı fakat siyasal olarak sürdürülebilirliği belirsiz bir model olarak kalmaktadır. Mülkiyet, toprak paylaşımı ve yönetim yetkilerinin dağılımı gibi karmaşık konular çözülmeden, federasyon seçeneğinin pratikte uygulanabilirliği oldukça sınırlıdır. Nitekim geçmişte denenmiş olan Annan Planı da bu zorlukların somut bir örneğini teşkil etmektedir. Plan, iki toplum arasında eşit temsile dayalı federal bir yapı öngörmüş, ancak özellikle Rum kesiminde güvenlik ve egemenlik konularındaki çekinceler nedeniyle reddedilmiştir.
Sonuç itibarıyla, Annan Planı deneyimi, Kıbrıs’ta federasyon modelinin teknik olarak inşa edilebilir olduğunu, fakat siyasal irade ve güven eksikliği giderilmeden bu modelin hayata geçirilemeyeceğini göstermiştir. Bugün de aynı temel engeller varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla, Kıbrıs’ta federasyonun yeniden gündeme gelebilmesi ancak karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi, toplumlar arası iletişimin güçlendirilmesi ve dış aktörlerin (özellikle Türkiye, Yunanistan, AB ve BM) daha dengeli bir kolaylaştırıcı rol üstlenmesiyle mümkün olabilir. Bu da günümüz konjonktüründe pek mümkün görülmemektedir. Bu gösterilen çabaların ve beslenen umutların bir daha boşa çıkması anlamına gelecektir. O nedenle Kıbrıs meselesinde kalıcı bir çözümün sağlanabilmesi, yalnızca yeni bir müzakere sürecine değil, aynı zamanda geçmişin başarısız deneyimlerinden ders çıkararak gerçekçi, kademeli ve toplum temelli bir barış inşasına bağlıdır.
.
 
                 
            