ŞEYH BAHRÎ EFENDİ
12 Eki 2025 - 20:36
YAYINLANMA
Şeyh Bahri Efendi Ulalı olup Hüsâmeddîn Efendi’den sonra posta geçen zattır. Ula’da Hoca Bayramlı isminde birinin oğlu olan Bahri Efendi önceleri ayyaş, alkolik, zevkperest bir zat iken yolu bir şekilde Husam Efendiye düşmüş ve onun aşk ocağında kaynayarak bir Allah dostu olmuştur. Bir ara İstanbul’da da bulunan Şeyh, bir münasebetle Ebussuûd Efendi (1574) ve Sultân III. Murâd ile de görüşmüştür. Her iki zatın şeyh ile görüşme sebebi, Şeyh-i Ekber’in Fusûs’uyla ilgilidir. Nitekim önceleri İbn Arabî Hazretlerine karşı olan Şeyhülislam, şeyhin verdiği cevaplardan tatmin olarak İbn Arabî’yi tasdik etmek zorunda kalmıştır. Bahrî Efendi’nin “Fânî” mahlasıyla yazdığı ilâhîleri bulunmaktadır. Bu İlâhîlerin bir kısmı Bayrâmiyye Menâkıbnâmesi’nde bir kısmı da Mecmûa-i Mergûbiyye’dedir. Burada Şeyh Bahrî Efendinin menâkıbıyla şiirlerinden teberrüken bazı örnekler almakla yetineceğiz:
Bahrî Efendi ilm-i ledün bahrinde üstâdı Hüsâmeddîn Efendi’yle beraberdir. Cezbeli, muvahhid, sohbeti tatlı, vahdet sahasında derinlikli ve tâbir ilminde derya deniz bir mürşid-i hakikidir. Şemsî Bayramiliğinin postu bi zattan yürümüştür. Mezkûr menâkıbın yazarı -ki muhtemelen Bahrî Efendi’nin dervişi olsa gerektir.- Şeyhi Bahrî Efendi’yi şöyle tanıtır:
“Bahrî Sultân meşâyıh arasında mukarreb idi ve ilm-i tevhîdde kemâli ârifler kıtında mukarrer idi. Mükâşifâtı nâ-mahdûd ve riyâzâtı nâ-ma’dûd idi. Mücâhedede tarîkı hûbıdı, hakîkat beyânında sülûkı mergûb idi. Evliyâullâh arasında meşhûr idi ve kemâlâtı cümle dillerde mezkûr idi. Dakâyık-ı ma’rifetde ziyâde kuvvetlü idi ve esrâr-ı tevhîdde acâyib rumûzları varıdı. Ziyâde ehl-i sülûk gerek ki anun ma’ârif-i ilâhiyyede sözlerin anlayabileydi ve beyân-ı tasavvufda letâyifini fehm eyleyebileydi…”
Bir sohbet halkasında sordular:
“Azizim Allâh’a ulaşmak nice olur?” Dediler ki:
“Allâh’dan gayrıyı dilden arıtmak ile olur.” Devam ettiler:
“Ondan bu hâl üzere gönlünü sâbit tutmak ile olur.” Yine devam ettiler:
“Yani bundan maksad derecât-ı cennete ve menâzil-i âhirete işâretdir. Her tâifenün niyyetine göre menzili olur ve ameline göre mertebesi olur. İnsan burada burada ne umarsa cennetde onu bulur. Her nice amel işlerse yine onunla haşr olur. Burada her ne murat ederse dünyâyı terk etmekle âhirette ana erişir. Eğer cennet muradı cennet kazanmak ise murat ettiği yine cennetde ona yetişir. Ama tecellî-i Zât’dan mahrûm olur.” Biraz sükuttan sonra yine devam etti:
“Eğer dünyada murâdı maârif tahsîl etmek yani nefsini nefsini ve dolayısıyla Hakk’ı bilmek ise ve Allah’tan ümîdi o safâyı, o huzuru ele getirmek ise, Allah’dan gayrıdan kesildiyse, onun iki cihânda muradı daima Allâh’ın cemâli ise cennetde onun safâsı vuslat-ı gülzâr (=vahdet-i vücûd) ile olur. Ve dünya ve âhiretde onun lezzeti yani zevki Hak dîdârıyla olur. Ayrıca o kişinin her hâl ü kârda vücûdu, vücûd-ı Hak ile olur. İmdi bu sözlerden anlaşıldı ki bu âlemde Hakk’ın muhlisleri vardır ki bunların maksadları hemen zât-ı Hak’tır ve muratları ancak vücûd-ı mutlaktır. Bu muhlislerin mahbûb-ı Hak’tan, mâşûk-ı mutlaktan özge gaye ve talepleri yoktur. Bu Hak dostlarının nazarları daima Cenâb-ı Hazret ola ve ümitleri ancak visâl-i Zât ola. Bu zikr olunan kimseler insân içinde azdan az bulunur. Zira âdem oğlanları bu zikr olunan mertebelere uzanıp ele getiremez. Ancak hemân meşâyıhın ef’âlinden nefsine hangısı kolayına gelirse onunla amel eder ve şol nesne ki tarîkat içinde ziyâde meşakkatli ola onu yapmakta zorlanır. Söyleseler, meşâyıhı kendi murdâr ameline hamleder. Yani kendi kötü ve nâkıs fiillerine onların birini mesned eder. Bu doğru değildir. İmdi bir mürşidi ihtiyâr edince onun her fi‘lini,her sözünü derûn-ı dilden hoş görmek; başka yolda olan asân yolları bırakmak ve tarîk-ı meşâyıhda her ne emrolunursa onu işlemek gerekir Bazı nakıs derviş kendinin ibtidâda olan hâlini şeyhinin intihâda olan hâline kıyâs etmeye kalkar, bu doğru değildir. Derviş, kendinin telvînde olan dirliğini şeyhinin temkînde olan hâline benzetmemelidir. Yani şeyhim yedi ben de yerim, şeyhim yatdı ben de yatayım, şeyhim oturdu ben de oturayım ilâ âhir dememelidir. Ancak şeyhi halvete girerse beraber gire, ayrılmamalı; erbaîne otur derse oturmalı; şeyhinin hîç bir fi‘line ve kavline itirâz edip dilini uzatmamalıdır. Şeyhinden zaman zaman dervişe acaip gelen bir nesne yani bir davranış zuhur edebilir. Onun bu davranışı zâhiren şerîata muhâlif görünbilir. Derviş şeyhin böyle bir hâline münkir olmaktan gâyetle sakınmak gerekir. Zîrâ sebebi nedir bilemeyebilir, anlayamayabilirsin. Bu durumda ben burada bir kötü fi‘l gördüm diye hüsn-i zannını bozmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki kâmillerin işlediği işde bir sır vardır, sen onu o anda anlamayabilirsin. Ehlullah bu gibi fiillerle dervişini tecrübe edebilir. Çünki Hak yolunda bir dervişi bazı muhâlif nesnelerle nice nice tecrübe eder. Kâmillerin de murâdı, emâneti ehline vermektir. Bu sebepledir ki onu tecrübe edecektir. İmdi bazı kimseler onu yanlış anlayıp tarîkından taşra kalsa yani yolunu terk etse gerektir. Buna mukabil derviş mürşidinin imtihanı karşısında eğer durumda itikâdını bozmaz da teslîm olursa Cenâb-ı Hak ve meşâyıh indinde makbul olur. Esasında tarîk-ı evliyâyı tekmîl eyleyip irşâd tahtına geçen kişi, o kişidir."
KAHVE VE ÇAY TÜRK'TÜR
Viyana'da bir yerde -meşhurmuş- kahve içirdi arkadaşlar. 11 euro imiş tanesi.
uydurma bir şey...
İçmeyelim dedim, gelmişken içelim dediler.
Zaten hep böyle olur, adamlar düzenini kurmuş uydurma şeylerle para kazanıyorlar.
Reklama önem vermeli.
Bize bergamutsuz Rize çayı, ve kahve yeter. Kahve deyince de Türk kahvesi mi diye sormamalı. Kahve Türk'tür, diğerleri yabancı.
Çaylar Rize, gaye rıza olmalı.
Gençlik yıllarımın sesi...
Park kahvehanesi'nde Şükran Ay'ın "kahverengi gözlerin" şarkısını plaktan söylerken sesine karışan sesi Yusuf amcanın sesi.
Çay biiiiiir yap! Kahveler iki olsun! Sade....
Evet sade iki kahve.
Kahve iki kişinin birliği anlaması için içtiği kahvedir ve o da Türk'tür. Tıpkı çay gibi.